Turizm ve Kültür Bakanı’na açık mektup
13 ŞUBAT 2005
Sayın Erkan Mumcu,
Bu mektubu size yazma cesaretini bulmamın üç tane nedeni var:
Bir: Türkiye’de siyasî iletişimi en iyi bilen siyaset adamlarından biri olduğunuz ve bu yüzden beni anlayacağınız için.
İki: İlk bakanlık günlerinizden bu yana dostluğumuzu ortak fikrî temellerde pekiştirerek geliştirmiş olmamıza rağmen, ne sizden ne de sizin vasıtanızla üçüncü şahıslardan en küçük bir maddî menfaat sağlamamış olduğum ve bu yüzden benim için çok önemli olan dostluğumuzdan başka kaybedecek bir şeyim olmadığı için.
Üç: Türkiye’nin tanıtımı konusunda size karşı yönlenen tahriklere gereksiz yere kapıldığınız ve bu konuda yalnız bırakıldığınızı hissettiğim için.
Geçmişte pek çok kez beni dinlemeyerek (!) doğruları bulduğunuzu kabul ediyorum. Ama ne yazık ki, bu sefer yanılıyorsunuz, sayın Bakan...
Turizm pazarlama ve reklâm faaliyetlerinin ihalesinde beş yıldır aynı ajansın kazanmasından huylanıp sizi eleştirdiler. Süleyman Demirel’i de iki kez benzer konularda sıkıştırmışlardı. Birinde, “Verdimse verdim, ne olmuş?”, ikincisinde de, “Gerekseydi Çankaya’nın arazisini verirdim!” demiş, herkesi susturmuştu...
Sizin o aşırı, ‘soy’, bize hâlâ hiç de uymayan ‘vahşi demokratik’ tavrınız yine depreşti ve “Gelin, ihaleye katılan bütün işleri sergileyelim, herkes görsün!” gibi bir ‘çocuksu nahiflikteki’ teklifle çıktınız ortaya. Onlar da “Hodri Meydan!” dediler.
Sayın Mumcu. Size söyleyecek üç şeyim var:
1. Sizin bakanlığınızın görevi Türkiye’nin tanıtımını yapmak değil. Türkiye’nin turizmini pazarlamak. Bunu siz ve çevrenizdeki 15-20 kişi biliyor. Herkes, başka muhatabı ortaya çıkmadığı için Türkiye’nin tanıtımından da sizi ve Bakanlığınızı sorumlu tutuyor. Dışişleri, Türk Tanıtma Fonu, Başbakanlık, dış temsilcilikleri bulunan tüm diğer bakanlıklar sütre gerisinde. O zaman siz de lafı uzatmayın, “Tamam!” deyin “Ben sorumluyum!” ve gereğini yapın. Diğer sorumluları sizin koordinasyonunuzda göreve çağırın. Tabiri caizse durumunuz, kendini arpa sanan delininkine benziyor biraz. Tam iyileştirmişler adamı, “Tamam ben insanım!” demiş. Çıkarıyorlar hastaneden. Bakmış bahçede bir tavuk. Hemen fırlamış bir ağacın üstüne. “Ne yapıyorsun yahu, hani sen insandın?” diyecek olmuşlar. Adam korkuyla yanıtlamış: “Ben insan olduğumu biliyordum da, tavuk biliyor mu bakalım benim insan olduğumu!”... O misal...
2. İrlanda’yı İrlanda olarak algılatan 15 yıllık kampanya sırasında İrlanda hükümeti kaç ajans değiştirmiş? İspanya ne yapmış? Arçelik, Vestel, Garanti, Ülker, Efes Pilsen, Coca-Cola ne kadar zamanda bir reklam ajansı değiştiriyorlar?.. Koskoca Türk devleti her yıl ajans mı değiştirirmiş... Kimin kazanacağı belliymiş onun için konkura katılmıyorlarmış. Oysa o ihaleyi her yıl yapmak yanlış. Çoğunluk sizde değil mi? Özel bir yasal düzenleme yapılamaz mı? Bu ihale muhabbetiyle her yılın dört ayını kaybediyorsunuz ve iş hedeflerinize zarar veriyorsunuz aslında.
3. Siz koskoca Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin bir Bakanısınız. Reklâmcılarla niye tartışmaya giriyorsunuz? Basın sözcünüz yok mu? Bırakın bu tür açıklamaları o yapsın. Devlet kurumları ve halka açık şirketlerle iş yapıldı mı, tabii ki şeffaflık esastır. Kalksın reklam ajansınız DDF anlatsın. DDF açıklasın, nereye kaç para harcamış, kendi ne kadar kazanmış. Bir de ihalede kazanamayanlar, neden kazanamadıklarını açıklamanızı istiyorlar. Bugüne kadar girdikleri kaç konkurda kaç kuruluş açıklamış neden kazanamadıklarını? Yok böyle bir şey.
Sayın Mumcu, artık geri dönemezsiniz. Herkes, gözlerinde timsah göz yaşları ne yapacağınızı bekliyor. İhaleye katılan işleri ille de sergileyecekseniz, hiç değilse bunu reklam verenlerin, reklamcıların, medya mensuplarının ve akademisyenlerin meslek kuruluşlarının oluşturacağı bir komisyon önünde yaptırın. Bu komisyonu da iddia sahipleri kursun, siz değil...
Bir de basın ayağı olsa...
Bir süre öncesine kadar Arçelik’in Çelik’li ve Sırrı’lı, hani ses ve görüntü geçirmez odada çamaşır makinesi testi yapılan reklam filmi favorimdi. Son günlerde Vestel’in kampanyası onu tahtından indirdi. Dijital görüntü ve ses aletlerinde kullanılan hafıza kartlarını da ‘okuyan’ DMP Televizyonun tanıtıldığı reklam filmi bir harika. Ürün – Ata Demirer dengesi bu kez mükemmel kurulmuş. Nereden buna hükmediyorum? Çok basit. Herkese iki soru soruyorum. 1. Ne reklamı bu? 2. Ne diyor reklam? Bu iki soruya da aldığım yanıt çok net bu kez.
Harmandalı müziği ile başlayan o laser ışınlarıyla korunan salondan geçiş sahnesi süper. Ocean’s 12’deki benzer sahneden daha da inandırıcı neredeyse. Minik dijital kamerayla çektiklerimi işyerinde TV’den izleme konusunda beni de tahrik eden bu başarılı kampanyada ‘Kadı kızında da bulunan’ türden eksiklikler var mı? Var. Birincisini bir okur bulmuş. Serdar Ekşi diyor ki, “Hem teknolojisinin Türkçe’si, diyorlar hem de TV’nin mönüsü İngilizce. Altta, Photo, Music, Video, File yazıyor”... İkincisi, Bilboard’lar (Takarsan görürsün) çok iyi de, Ata Demirer’li gazete reklamlarını merakla bekliyoruz. Kampanyanın bir ayağı eksik değil mi?
Rekabete dokundurmak yasak
Bir şekilde rekabete dokunduran bütün iletişim çalışmaları tehlikede!..
Peugeot'nun 307 serisinin tanıtımında kullandığı "Ona sahip olmamak ne kadar utanç verici" sloganı mahkemelik olmuş. İzmir Cumhuriyet Savcısı, Av. Yusuf Akın'ın, başka marka araç kullananlara hakaret edildiği yönündeki şikayetini yerinde bularak, Peugeot Genel Müdürü Yann Louis Roger Carnoy hakkında dava açmış.
Cumhuriyet Savcılığı, verilen reklamda kullanılan "utanç" sözcüğünün "Onursuz sayılacak ya da gülünç olacak bir duruma düşmekten üzüntü duymak, korkmak, mahçup olmak" anlamına geldiğini, hakaret içerdiğini belirterek, sanığın 1 yıl hapis cezasıyla cezalandırılmasını istemiş.
Eğer Genel Müdür Carnoy, cezaya çarptırılacak olursa, içerdeyken adamcağıza hiç olmazsa tütün, tespih falan götürelim de, ülkemizin dışarıdan algılanması adına zülfüyârı kurtarırız belki.
Formula 1’in üzerine gölge düşmemeli
Şu sıralar herkesin dilinde bir Formula 1’dir gidiyor. Senelerdir televizyon karşısına geçip, hayran hayran seyrettiğimiz Formula 1’in Türkiye’de yapılacağını duyunca hepimiz heyecanlanmıştık. Türkiye’ye yeni bir kanaldan daha dünyaya bağlanıyordu...
Ancak ne olduysa oldu ve yarışın yapılacağı Ağustos ayına yaklaştıkça su bulanmaya, daha önce formül ile Formula 1’i karıştıranların kafaları daha da karışmaya başladı.
Formula 1’i Türkiye’ye getirmek her babayiğidin harcı değildir. Mümtaz Tahincioğlu başkanlığındaki Türkiye Otomobil ve Motor Sporları Federasyonu’nun (Tomsfed) ve İTO Başkanı Mehmet Yıldırım’ın bu konudaki çabaları yadsınamaz.
Formula 1’in alınması kesinleşince bu kez de “Bunu nerede yapacağız?”, “El âleme rezil olacağız?”, “Bu kadar paraya değer mi?” şeklindeki sorularla sorunlar dile getirildi. İşte böyle bir ortamda İstanbul Ticaret Odası çıktı ortaya ve pistin yapılacağı Kurtköy’deki araziyi aldı, inşaatı da rekor hızda bitirdi. Hatta burnundan kıl aldırmayan patron Bernie Ecclestone bile pistin modernliği karşısında hayranlığını gizleyemedi.
Bu süreçte klasik hastalığımız depreşmekte gecikmedi. Kamu harcamaları söz konusu olduğunda ortaya çıkan çeşitli yolsuzluk iddiaları da aldı başını gitti.
İletişimin 3 C kuralına (yaratıcı, tutarlı, sürekli iletişim) uymadığı için, haklı ya da haksız, İTO bu krizi iyi yönetemedi. İddialar ayyuka çıktıktan sonra apar topar bir basın toplantısı düzenlemek zaten geç kalınmış bir hareketti. Şimdi yapılması gereken Formula 1’den sorumlu bir sözcü belirlemek, düzenli yapılacak iletişimin nimetlerinden yararlanmak, tarafları ve kamuoyunu sürekli aydınlatmaktır.
Sevgililer gününde donup kalmak
Hristiyan Batı’dan tüketimi körüklemek amacıyla ithal edilmiş günlerle pek aram yoktur. Yine de işin iletişim adına nasıl yönetildiğini uzaktan keyifle izlerim. Cumartesi günü Sabah’da gördüğüm T-box reklamı, Sevgililer Günü çerçevesinde çıkmış en başarılı çalışma. “Şubat’ın on dördü, T-box donu kim gördü?” Reklamın ana mesajı bu. Metin ise daha da keyifli. ‘Dondurucu, donakalmak, donatmak, donanım, done, donul, dondurma, Don Juan’ gibi içinde ‘don’ geçen kelimelerden cümleler yapmışlar. Sonra da sormuşlar: “Bu paragrafta kaç don kelimesi geçtiğini bulun. Bir de donun aklımızdan ne kadar fazla geçtiğini düşünün!”
Allah’tan yazılı basında RTÜK yok!... Yoksa yakmışlardı T-Box’un da çırasını(!)..
Bir tane de ‘guru’ olmayan usta okuyun
Tercüme ve ithal kitaplardan gına gelmişti. Türk gurularının yazdıklarının içindeki fikirlerin çoğu da zaten ya tercüme ya ithaldi. Onun için Rauf Ateş’in ‘Yeni Normal’ adını verdiği kitabı ne boy olursa olsun şirket yönetmeye soyunmuş olanlara ya da yeni soyunmaya hazırlananlara ‘iyi gelecektir’...
Rauf kendi deneylerinden yola çıkarak, yılların birikimiyle yazmış. Tamamı bizden, tamamı ilginç. Rauf bir ‘guru’ değil. Bu kitaptan da büyük bir olasılıkla milyonlarca Dolar kazanmayacak. Ama sahici... Okuyun ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Bu mektubu size yazma cesaretini bulmamın üç tane nedeni var:
Bir: Türkiye’de siyasî iletişimi en iyi bilen siyaset adamlarından biri olduğunuz ve bu yüzden beni anlayacağınız için.
İki: İlk bakanlık günlerinizden bu yana dostluğumuzu ortak fikrî temellerde pekiştirerek geliştirmiş olmamıza rağmen, ne sizden ne de sizin vasıtanızla üçüncü şahıslardan en küçük bir maddî menfaat sağlamamış olduğum ve bu yüzden benim için çok önemli olan dostluğumuzdan başka kaybedecek bir şeyim olmadığı için.
Üç: Türkiye’nin tanıtımı konusunda size karşı yönlenen tahriklere gereksiz yere kapıldığınız ve bu konuda yalnız bırakıldığınızı hissettiğim için.
Geçmişte pek çok kez beni dinlemeyerek (!) doğruları bulduğunuzu kabul ediyorum. Ama ne yazık ki, bu sefer yanılıyorsunuz, sayın Bakan...
Turizm pazarlama ve reklâm faaliyetlerinin ihalesinde beş yıldır aynı ajansın kazanmasından huylanıp sizi eleştirdiler. Süleyman Demirel’i de iki kez benzer konularda sıkıştırmışlardı. Birinde, “Verdimse verdim, ne olmuş?”, ikincisinde de, “Gerekseydi Çankaya’nın arazisini verirdim!” demiş, herkesi susturmuştu...
Sizin o aşırı, ‘soy’, bize hâlâ hiç de uymayan ‘vahşi demokratik’ tavrınız yine depreşti ve “Gelin, ihaleye katılan bütün işleri sergileyelim, herkes görsün!” gibi bir ‘çocuksu nahiflikteki’ teklifle çıktınız ortaya. Onlar da “Hodri Meydan!” dediler.
Sayın Mumcu. Size söyleyecek üç şeyim var:
1. Sizin bakanlığınızın görevi Türkiye’nin tanıtımını yapmak değil. Türkiye’nin turizmini pazarlamak. Bunu siz ve çevrenizdeki 15-20 kişi biliyor. Herkes, başka muhatabı ortaya çıkmadığı için Türkiye’nin tanıtımından da sizi ve Bakanlığınızı sorumlu tutuyor. Dışişleri, Türk Tanıtma Fonu, Başbakanlık, dış temsilcilikleri bulunan tüm diğer bakanlıklar sütre gerisinde. O zaman siz de lafı uzatmayın, “Tamam!” deyin “Ben sorumluyum!” ve gereğini yapın. Diğer sorumluları sizin koordinasyonunuzda göreve çağırın. Tabiri caizse durumunuz, kendini arpa sanan delininkine benziyor biraz. Tam iyileştirmişler adamı, “Tamam ben insanım!” demiş. Çıkarıyorlar hastaneden. Bakmış bahçede bir tavuk. Hemen fırlamış bir ağacın üstüne. “Ne yapıyorsun yahu, hani sen insandın?” diyecek olmuşlar. Adam korkuyla yanıtlamış: “Ben insan olduğumu biliyordum da, tavuk biliyor mu bakalım benim insan olduğumu!”... O misal...
2. İrlanda’yı İrlanda olarak algılatan 15 yıllık kampanya sırasında İrlanda hükümeti kaç ajans değiştirmiş? İspanya ne yapmış? Arçelik, Vestel, Garanti, Ülker, Efes Pilsen, Coca-Cola ne kadar zamanda bir reklam ajansı değiştiriyorlar?.. Koskoca Türk devleti her yıl ajans mı değiştirirmiş... Kimin kazanacağı belliymiş onun için konkura katılmıyorlarmış. Oysa o ihaleyi her yıl yapmak yanlış. Çoğunluk sizde değil mi? Özel bir yasal düzenleme yapılamaz mı? Bu ihale muhabbetiyle her yılın dört ayını kaybediyorsunuz ve iş hedeflerinize zarar veriyorsunuz aslında.
3. Siz koskoca Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin bir Bakanısınız. Reklâmcılarla niye tartışmaya giriyorsunuz? Basın sözcünüz yok mu? Bırakın bu tür açıklamaları o yapsın. Devlet kurumları ve halka açık şirketlerle iş yapıldı mı, tabii ki şeffaflık esastır. Kalksın reklam ajansınız DDF anlatsın. DDF açıklasın, nereye kaç para harcamış, kendi ne kadar kazanmış. Bir de ihalede kazanamayanlar, neden kazanamadıklarını açıklamanızı istiyorlar. Bugüne kadar girdikleri kaç konkurda kaç kuruluş açıklamış neden kazanamadıklarını? Yok böyle bir şey.
Sayın Mumcu, artık geri dönemezsiniz. Herkes, gözlerinde timsah göz yaşları ne yapacağınızı bekliyor. İhaleye katılan işleri ille de sergileyecekseniz, hiç değilse bunu reklam verenlerin, reklamcıların, medya mensuplarının ve akademisyenlerin meslek kuruluşlarının oluşturacağı bir komisyon önünde yaptırın. Bu komisyonu da iddia sahipleri kursun, siz değil...
Bir de basın ayağı olsa...
Bir süre öncesine kadar Arçelik’in Çelik’li ve Sırrı’lı, hani ses ve görüntü geçirmez odada çamaşır makinesi testi yapılan reklam filmi favorimdi. Son günlerde Vestel’in kampanyası onu tahtından indirdi. Dijital görüntü ve ses aletlerinde kullanılan hafıza kartlarını da ‘okuyan’ DMP Televizyonun tanıtıldığı reklam filmi bir harika. Ürün – Ata Demirer dengesi bu kez mükemmel kurulmuş. Nereden buna hükmediyorum? Çok basit. Herkese iki soru soruyorum. 1. Ne reklamı bu? 2. Ne diyor reklam? Bu iki soruya da aldığım yanıt çok net bu kez.
Harmandalı müziği ile başlayan o laser ışınlarıyla korunan salondan geçiş sahnesi süper. Ocean’s 12’deki benzer sahneden daha da inandırıcı neredeyse. Minik dijital kamerayla çektiklerimi işyerinde TV’den izleme konusunda beni de tahrik eden bu başarılı kampanyada ‘Kadı kızında da bulunan’ türden eksiklikler var mı? Var. Birincisini bir okur bulmuş. Serdar Ekşi diyor ki, “Hem teknolojisinin Türkçe’si, diyorlar hem de TV’nin mönüsü İngilizce. Altta, Photo, Music, Video, File yazıyor”... İkincisi, Bilboard’lar (Takarsan görürsün) çok iyi de, Ata Demirer’li gazete reklamlarını merakla bekliyoruz. Kampanyanın bir ayağı eksik değil mi?
Rekabete dokundurmak yasak
Bir şekilde rekabete dokunduran bütün iletişim çalışmaları tehlikede!..
Peugeot'nun 307 serisinin tanıtımında kullandığı "Ona sahip olmamak ne kadar utanç verici" sloganı mahkemelik olmuş. İzmir Cumhuriyet Savcısı, Av. Yusuf Akın'ın, başka marka araç kullananlara hakaret edildiği yönündeki şikayetini yerinde bularak, Peugeot Genel Müdürü Yann Louis Roger Carnoy hakkında dava açmış.
Cumhuriyet Savcılığı, verilen reklamda kullanılan "utanç" sözcüğünün "Onursuz sayılacak ya da gülünç olacak bir duruma düşmekten üzüntü duymak, korkmak, mahçup olmak" anlamına geldiğini, hakaret içerdiğini belirterek, sanığın 1 yıl hapis cezasıyla cezalandırılmasını istemiş.
Eğer Genel Müdür Carnoy, cezaya çarptırılacak olursa, içerdeyken adamcağıza hiç olmazsa tütün, tespih falan götürelim de, ülkemizin dışarıdan algılanması adına zülfüyârı kurtarırız belki.
Formula 1’in üzerine gölge düşmemeli
Şu sıralar herkesin dilinde bir Formula 1’dir gidiyor. Senelerdir televizyon karşısına geçip, hayran hayran seyrettiğimiz Formula 1’in Türkiye’de yapılacağını duyunca hepimiz heyecanlanmıştık. Türkiye’ye yeni bir kanaldan daha dünyaya bağlanıyordu...
Ancak ne olduysa oldu ve yarışın yapılacağı Ağustos ayına yaklaştıkça su bulanmaya, daha önce formül ile Formula 1’i karıştıranların kafaları daha da karışmaya başladı.
Formula 1’i Türkiye’ye getirmek her babayiğidin harcı değildir. Mümtaz Tahincioğlu başkanlığındaki Türkiye Otomobil ve Motor Sporları Federasyonu’nun (Tomsfed) ve İTO Başkanı Mehmet Yıldırım’ın bu konudaki çabaları yadsınamaz.
Formula 1’in alınması kesinleşince bu kez de “Bunu nerede yapacağız?”, “El âleme rezil olacağız?”, “Bu kadar paraya değer mi?” şeklindeki sorularla sorunlar dile getirildi. İşte böyle bir ortamda İstanbul Ticaret Odası çıktı ortaya ve pistin yapılacağı Kurtköy’deki araziyi aldı, inşaatı da rekor hızda bitirdi. Hatta burnundan kıl aldırmayan patron Bernie Ecclestone bile pistin modernliği karşısında hayranlığını gizleyemedi.
Bu süreçte klasik hastalığımız depreşmekte gecikmedi. Kamu harcamaları söz konusu olduğunda ortaya çıkan çeşitli yolsuzluk iddiaları da aldı başını gitti.
İletişimin 3 C kuralına (yaratıcı, tutarlı, sürekli iletişim) uymadığı için, haklı ya da haksız, İTO bu krizi iyi yönetemedi. İddialar ayyuka çıktıktan sonra apar topar bir basın toplantısı düzenlemek zaten geç kalınmış bir hareketti. Şimdi yapılması gereken Formula 1’den sorumlu bir sözcü belirlemek, düzenli yapılacak iletişimin nimetlerinden yararlanmak, tarafları ve kamuoyunu sürekli aydınlatmaktır.
Sevgililer gününde donup kalmak
Hristiyan Batı’dan tüketimi körüklemek amacıyla ithal edilmiş günlerle pek aram yoktur. Yine de işin iletişim adına nasıl yönetildiğini uzaktan keyifle izlerim. Cumartesi günü Sabah’da gördüğüm T-box reklamı, Sevgililer Günü çerçevesinde çıkmış en başarılı çalışma. “Şubat’ın on dördü, T-box donu kim gördü?” Reklamın ana mesajı bu. Metin ise daha da keyifli. ‘Dondurucu, donakalmak, donatmak, donanım, done, donul, dondurma, Don Juan’ gibi içinde ‘don’ geçen kelimelerden cümleler yapmışlar. Sonra da sormuşlar: “Bu paragrafta kaç don kelimesi geçtiğini bulun. Bir de donun aklımızdan ne kadar fazla geçtiğini düşünün!”
Allah’tan yazılı basında RTÜK yok!... Yoksa yakmışlardı T-Box’un da çırasını(!)..
Bir tane de ‘guru’ olmayan usta okuyun
Tercüme ve ithal kitaplardan gına gelmişti. Türk gurularının yazdıklarının içindeki fikirlerin çoğu da zaten ya tercüme ya ithaldi. Onun için Rauf Ateş’in ‘Yeni Normal’ adını verdiği kitabı ne boy olursa olsun şirket yönetmeye soyunmuş olanlara ya da yeni soyunmaya hazırlananlara ‘iyi gelecektir’...
Rauf kendi deneylerinden yola çıkarak, yılların birikimiyle yazmış. Tamamı bizden, tamamı ilginç. Rauf bir ‘guru’ değil. Bu kitaptan da büyük bir olasılıkla milyonlarca Dolar kazanmayacak. Ama sahici... Okuyun ne demek istediğimi anlayacaksınız.