Türk Polis Teşkilatı 174.Yıl Albümü Yazısı - Şubat 2019
Ben Türk Polisi ile birlikte büyüdüm
Ali Saydam
Aramızda uzun yıllar ‘aşk ve nefret’ ilişkisi birlikte süregelmiştir. Şimdilerde son derece olumlu duygular besliyor olsak da, geçmiş pek de öyle değildi…
Bu durum aklım bâliğ olana kadar sürdü. Bende algılar ve gerçekler 1970’lerin sonlarına doğru, birdenbire olması gereken yere oturuverdi…
Zaman zaman korku, dehşet ve endişeyle baktık polisimize, sonra da sevgi, dostluk ve güven duygularıyla…
Üç döneme ayırabilirim algılarımı.
1. Çocukluk yıllarım… O yıllardan aklıma ilk gelen hep aynı resimdir… Annemle babam tayin nedeniyle göreve başlamak üzere Ankara’dalar. Annemin yakın arkadaşı Şükran Teyze elimden tutmuş, beni okula götürüyor. Kadıköy’den vapura binmişiz. Cağaloğlu’na gidiyoruz. Şükran Teyze yatılılık işlemlerini tamamlayıp beni İstanbul Erkek Lisesi’ne teslim edecek. Vapurda sohbet ediyoruz. Daha doğrusu o bana nasîhat ediyor: “Herhangi bir sorun olursa bizi ara; sokakta anlık biri durum olursa da ilk gördüğün polis memurunun yanına sığın!..” Bu algı lise sona kadar falan devam etti.
Öyle ki, o zamanın ‘Toplum Polisleriyle’ operasyona giderken bindirildikleri araç nedeniyle ‘Fruko’ diye dalga geçilmesine üzülürdüm mesela…
2. Gençlik yıllarım… Çağın gereği, zamanın ruhuna (zeitgeist) uygun bir şekilde tipik bir 68 kuşağı ferdi olarak polisi, özgürlükleri kısıtlayan ‘ceberut’ devlet anlayışının bir uzantısı olarak gördüğümüz günler… Hem Türkiye’de hem de yurt dışında okuduğum yıllarda Vietnam gösterileri, Yunanistan askerî darbesini protesto, üniversitedeki eğitim sistemine karşı çıkış falan, kolluk kuvvetlerinin her türüyle irili ufaklı sorunlar…
Ancak hiçbir ciddî çatışmaya girmedim. Giremedim. Biraz da bu nedenle ya ‘pasifizm’le suçlandık ya ‘burjuvaziye teslim olmakla’ ya da ‘tatlı su devrimciliğiyle’…
Babamın üst düzey devlet memuru olması, evde her zaman devlet kavramının belli bir ölçüde yüceltilmesinden ve ‘bekâ meselesinin en önemli unsurlarından biri’ olduğu tespitinin yapılmasından etkilenmem, bazılarının bir şiddet hareketi olduğunu iddia ettiği ve benim de teoride kabullendiğim sol hareketin içinde fiilen bulunmamı engellemiş olmalı...
3. Olgunluk yıllarım… Türk Polis Teşkilatı ile onun çeşitli uzmanlık alanlarının anlam ve işlevini tam ve sağlam bir şekilde kavramam, üst düzeyde polis yöneticilerle biraraya gelmeye başladığımız 70’li yılların ikinci yarısına rastlar…
Fedakârlık kavramının, cesaretin, ciddiyet ve derinlik içinde olaylara yaklaşmanın polislik mesleğiyle nasıl bir bütünlük içinde olduğunu, ancak bu insanlarla dostluğum zaman kavrayabildim.
İşin hakçası, polis teşkilatı da o yıllardan sonra kendisini yavaş yavaş daha iyi ifade etmeye başladı. Yaşı uygun olanlar, karakolların şeffaflığının ve oralardaki dirlik ve düzenin hangi yıllarda hayâtiyet kazanmaya başladığını hatırlayacaklardır.
Birileri bir başka kişi ya da kurum hakkında yanlış bir algıya sahipseler, bu durumun iki sorumlusu vardır: 1. Anlatmak durumunda olan; 2. Anlamak durumunda olan… Sizce hangisi diğerine oranla az da olsa daha fazla sorumludur?.. Tabii ki birincisi…
Türk Polis Teşkilatımız bir hayli zamandır, kendisini ifade etme görevini çok daha iyi bir şekilde yerine getirmektedir… Suçluların artık daha çabuk yakalandığını biliyoruz. Pek çok büyük kentimizin dünyadaki metropollerden çok daha asude olduğunu da… İşkence, dayak, angarya gibi insanlık dışı uygulamaların Türkiye’de sistemli bir şekilde tatbik edildiğini iddia etmek artık çok da mümkün değil… Olay Yeri İnceleme ekiplerinin en son teknolojiyle donatıldığını, en karmaşık olayları çözmedeki başarılarında görüyoruz… Faili meçhul, neredeyse arkaik bir kavram haline gelecek…
Türk Polis Teşkilatımızın yıllar içinde kat ettiği mesafeyi görmek için pek çok araştırma şirketinin yürüttüğü ‘Mesleklerin İtibarı’ araştırmalarına bir göz atmak yeterlidir. Polislerimiz itibar basamaklarını yıllar içinde birer ikişer yukarı doğru çıkmaktadır.
Canı yürekten kutluyorum…
Bu durum aklım bâliğ olana kadar sürdü. Bende algılar ve gerçekler 1970’lerin sonlarına doğru, birdenbire olması gereken yere oturuverdi…
Zaman zaman korku, dehşet ve endişeyle baktık polisimize, sonra da sevgi, dostluk ve güven duygularıyla…
Üç döneme ayırabilirim algılarımı.
1. Çocukluk yıllarım… O yıllardan aklıma ilk gelen hep aynı resimdir… Annemle babam tayin nedeniyle göreve başlamak üzere Ankara’dalar. Annemin yakın arkadaşı Şükran Teyze elimden tutmuş, beni okula götürüyor. Kadıköy’den vapura binmişiz. Cağaloğlu’na gidiyoruz. Şükran Teyze yatılılık işlemlerini tamamlayıp beni İstanbul Erkek Lisesi’ne teslim edecek. Vapurda sohbet ediyoruz. Daha doğrusu o bana nasîhat ediyor: “Herhangi bir sorun olursa bizi ara; sokakta anlık biri durum olursa da ilk gördüğün polis memurunun yanına sığın!..” Bu algı lise sona kadar falan devam etti.
Öyle ki, o zamanın ‘Toplum Polisleriyle’ operasyona giderken bindirildikleri araç nedeniyle ‘Fruko’ diye dalga geçilmesine üzülürdüm mesela…
2. Gençlik yıllarım… Çağın gereği, zamanın ruhuna (zeitgeist) uygun bir şekilde tipik bir 68 kuşağı ferdi olarak polisi, özgürlükleri kısıtlayan ‘ceberut’ devlet anlayışının bir uzantısı olarak gördüğümüz günler… Hem Türkiye’de hem de yurt dışında okuduğum yıllarda Vietnam gösterileri, Yunanistan askerî darbesini protesto, üniversitedeki eğitim sistemine karşı çıkış falan, kolluk kuvvetlerinin her türüyle irili ufaklı sorunlar…
Ancak hiçbir ciddî çatışmaya girmedim. Giremedim. Biraz da bu nedenle ya ‘pasifizm’le suçlandık ya ‘burjuvaziye teslim olmakla’ ya da ‘tatlı su devrimciliğiyle’…
Babamın üst düzey devlet memuru olması, evde her zaman devlet kavramının belli bir ölçüde yüceltilmesinden ve ‘bekâ meselesinin en önemli unsurlarından biri’ olduğu tespitinin yapılmasından etkilenmem, bazılarının bir şiddet hareketi olduğunu iddia ettiği ve benim de teoride kabullendiğim sol hareketin içinde fiilen bulunmamı engellemiş olmalı...
3. Olgunluk yıllarım… Türk Polis Teşkilatı ile onun çeşitli uzmanlık alanlarının anlam ve işlevini tam ve sağlam bir şekilde kavramam, üst düzeyde polis yöneticilerle biraraya gelmeye başladığımız 70’li yılların ikinci yarısına rastlar…
Fedakârlık kavramının, cesaretin, ciddiyet ve derinlik içinde olaylara yaklaşmanın polislik mesleğiyle nasıl bir bütünlük içinde olduğunu, ancak bu insanlarla dostluğum zaman kavrayabildim.
İşin hakçası, polis teşkilatı da o yıllardan sonra kendisini yavaş yavaş daha iyi ifade etmeye başladı. Yaşı uygun olanlar, karakolların şeffaflığının ve oralardaki dirlik ve düzenin hangi yıllarda hayâtiyet kazanmaya başladığını hatırlayacaklardır.
Birileri bir başka kişi ya da kurum hakkında yanlış bir algıya sahipseler, bu durumun iki sorumlusu vardır: 1. Anlatmak durumunda olan; 2. Anlamak durumunda olan… Sizce hangisi diğerine oranla az da olsa daha fazla sorumludur?.. Tabii ki birincisi…
Türk Polis Teşkilatımız bir hayli zamandır, kendisini ifade etme görevini çok daha iyi bir şekilde yerine getirmektedir… Suçluların artık daha çabuk yakalandığını biliyoruz. Pek çok büyük kentimizin dünyadaki metropollerden çok daha asude olduğunu da… İşkence, dayak, angarya gibi insanlık dışı uygulamaların Türkiye’de sistemli bir şekilde tatbik edildiğini iddia etmek artık çok da mümkün değil… Olay Yeri İnceleme ekiplerinin en son teknolojiyle donatıldığını, en karmaşık olayları çözmedeki başarılarında görüyoruz… Faili meçhul, neredeyse arkaik bir kavram haline gelecek…
Türk Polis Teşkilatımızın yıllar içinde kat ettiği mesafeyi görmek için pek çok araştırma şirketinin yürüttüğü ‘Mesleklerin İtibarı’ araştırmalarına bir göz atmak yeterlidir. Polislerimiz itibar basamaklarını yıllar içinde birer ikişer yukarı doğru çıkmaktadır.
Canı yürekten kutluyorum…