Tuvali yırtmamak lâzım
22 Haziran 2019 - Yeni Şafak
Üsküdar’daki Elâzığ Karakoçan Dernekler Federasyonunu ziyareti sonrası halka hitap eden Ekrem İmamoğlu, şöyle demiş:
“Birileri sağda-solda ağlayacak, bağıracak, çağıracak, bana laf yetiştirecek. Yok yayındı, oydu-buydu diyecek. Gülün, geçin. Hatta ben İstanbullu hemşerilerime, İstanbullular’a bir öneride bulunuyorum, mümkünse pazar günü akşamına kadar televizyonları izlemeyin. Niye biliyor musunuz? Ben de çıkmayacağım zaten televizyonlara. İzlemeye de gerek yok zaten dört-beş gün.”
Nüfusları 30 binden az olmasına rağmen böylesine örgütlenebilen Elâzığ Karakoçanlılar’ı canı gönülden kutluyorum.
Ekrem Bey’i de kutlamak gerekir. Şehirlerden İstanbul’a göç edenleri hedeflemenin dışında, o şehirlerin ilçelerinden gelenlerin derneklerini de ciddi bir potansiyel olarak görmüş demek ki…
Peki üç gün süreyle televizyonlarda gözükmeme kararına ne demeli?
Bu kararı üç nedenle almış olabilir. 1. Konuştukça açık verme olasılığını ortadan kaldırmak için. 2. Cevap vermekte zorlandığı üç sorudan kaçınmak için (Vali olayı; dışardan getirdiği dört kişiye belediyenin veri tabanını ‘yedekleme’ bahanesiyle kopyalatmaya kalkması; program öncesi moderatörle buluşmasını gizlemesi). 3. Güç kirlenmesini önlemek için.
Üçüncü madde üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü siyasi iletişimde içine düşülebilecek en önemli tuzaklardan biri budur.
Bilindiği üzere, bilgi ve şefkat dışında her şey için geçerli olan bir kural vardır: Fazla olan yanlıştır.
Japonların sıkça kullandıkları bir deyiş, bu durumu çok iyi ifade eder. Herhangi bir abartı durumunda, “tuvali yırtmayın” derlermiş. Uyguladıkları bir resim tekniğinde boya, tuvale elle sürülürmüş. İncecik tuval, rengi belirginleştirmek için kat kat uygulanan boyaya ve tabii sürtünmeye dayanamayıp yırtılabilirmiş.
Ekrem bey de ‘tuvali yırtmamak’ için televizyonlardan uzak durma kararı almış olabilir. Tuvali yırtmayla, bu durumun iletişim boyutunda bilimsel kavramı olan ‘güç kirlenmesi’ arasındaki bağı güncel pratikte sıklıkla görmek mümkündür.
Anlattığı bir fıkraya gülünmesi üzerine peş peşe, durmaksızın, bıktırana kadar espri yapmaya devam eden birinin durumu… Sesi güzel diye düğünlerde kendisine bir şarkı söylesin diye uzatılan mikrofonu salondan protesto alkışları yükselene kadar bırakmayanların durumu… Repertuarı bir türlü değiştirmeyen ve sahnede sürekli aynı şeyleri anlatan starların durumu vb.
İstanbul Erkek Lisesi’nden sınıf arkadaşım Erol Evgin’in dediği gibi “Alkış ile yuh arasında çok ince bir çizgi vardır.”
Ağlamakla gülmek (ya da tersi), hazla acı, halk deyişiyle “oh ile vah” arasında da ince bir çizgi yok mudur?
İmamoğlu ve danışmanları bu tehdidi fark ettiler de mi durdular, yoksa bu kararı ilk iki madde nedeniyle mi verdiler, bu sorunun yanıtını korkarım hiçbir zaman alamayacağız.
Kefi’nin izinden
Eskiden nitelikli çocuk kitapları bulmak ne kadar zordu… Ya da çocuk klâsikleri diye adlandırılan masallara mahkûm olurdunuz. Pamuk Prenses, Hänsel ve Gretel, Kırmızı Başlıklı Kız, Fareli Köyün Kavalcısı, Bremen Mızıkacıları vb.
Bizim toplumumuzun ortak ruhî şekillenmesinden uzak, genellikle bir yerlerinde mutlaka şiddet ögesi bulunan bir dizi fantastik hikâye…
Şimdilerde hayli ciddî çabalar var. TV’de İstanbul Muhafızları, Rafadan Tayfa, Pepe, Kral Şakir gibi neredeyse tüm çocukların izlediği çizgi filmler ve bunlardan bazılarının çok şık kitapları, kendisini sadece çocuklara adamış Günışığı gibi yayınevleri var artık.
Şimdi, NTV programcılarından Seda Öğretir hanımefendinin yayınladığı çok hoş iki kitap da aralarına katılmış.
Dünyada sadece Van Gölü’nde yaşayan inci kefallerinin bir üyesi olan Kefi’nin kahramansı yolculuğunun, insanların zalimliğinden kaçmak için atılmak zorunda kaldığı maceraların çocuklara öğretecek pek çok şeyi var…
Öğretir de kitapla ilgili şunları söylüyor: “Eserin kahramanı Kefi’nin kendisi yerel, ama yolculuğu evrensel… Onun bu azim dolu hikâyesini çocuklara cesaret versin diye yazdım. Kefi’nin Maceraları serisinde sadece inci kefali göçünün ilham veren hikâyesi değil, Van’ın tarihi de var. Bu eşsiz coğrafyanın anlatılmaya değer pek çok hikâyesi var…”
Seda hanım mükemmel bir iş yapmış. Kendi tekâmül serüvenini TV dışında yazarlıkla da taçlandırmış. 8-10 yaş arası çocuğu ya da torunu olan herkese gönülden tavsiye ederiz.
“Birileri sağda-solda ağlayacak, bağıracak, çağıracak, bana laf yetiştirecek. Yok yayındı, oydu-buydu diyecek. Gülün, geçin. Hatta ben İstanbullu hemşerilerime, İstanbullular’a bir öneride bulunuyorum, mümkünse pazar günü akşamına kadar televizyonları izlemeyin. Niye biliyor musunuz? Ben de çıkmayacağım zaten televizyonlara. İzlemeye de gerek yok zaten dört-beş gün.”
Nüfusları 30 binden az olmasına rağmen böylesine örgütlenebilen Elâzığ Karakoçanlılar’ı canı gönülden kutluyorum.
Ekrem Bey’i de kutlamak gerekir. Şehirlerden İstanbul’a göç edenleri hedeflemenin dışında, o şehirlerin ilçelerinden gelenlerin derneklerini de ciddi bir potansiyel olarak görmüş demek ki…
Peki üç gün süreyle televizyonlarda gözükmeme kararına ne demeli?
Bu kararı üç nedenle almış olabilir. 1. Konuştukça açık verme olasılığını ortadan kaldırmak için. 2. Cevap vermekte zorlandığı üç sorudan kaçınmak için (Vali olayı; dışardan getirdiği dört kişiye belediyenin veri tabanını ‘yedekleme’ bahanesiyle kopyalatmaya kalkması; program öncesi moderatörle buluşmasını gizlemesi). 3. Güç kirlenmesini önlemek için.
Üçüncü madde üzerinde durmak istiyoruz. Çünkü siyasi iletişimde içine düşülebilecek en önemli tuzaklardan biri budur.
Bilindiği üzere, bilgi ve şefkat dışında her şey için geçerli olan bir kural vardır: Fazla olan yanlıştır.
Japonların sıkça kullandıkları bir deyiş, bu durumu çok iyi ifade eder. Herhangi bir abartı durumunda, “tuvali yırtmayın” derlermiş. Uyguladıkları bir resim tekniğinde boya, tuvale elle sürülürmüş. İncecik tuval, rengi belirginleştirmek için kat kat uygulanan boyaya ve tabii sürtünmeye dayanamayıp yırtılabilirmiş.
Ekrem bey de ‘tuvali yırtmamak’ için televizyonlardan uzak durma kararı almış olabilir. Tuvali yırtmayla, bu durumun iletişim boyutunda bilimsel kavramı olan ‘güç kirlenmesi’ arasındaki bağı güncel pratikte sıklıkla görmek mümkündür.
Anlattığı bir fıkraya gülünmesi üzerine peş peşe, durmaksızın, bıktırana kadar espri yapmaya devam eden birinin durumu… Sesi güzel diye düğünlerde kendisine bir şarkı söylesin diye uzatılan mikrofonu salondan protesto alkışları yükselene kadar bırakmayanların durumu… Repertuarı bir türlü değiştirmeyen ve sahnede sürekli aynı şeyleri anlatan starların durumu vb.
İstanbul Erkek Lisesi’nden sınıf arkadaşım Erol Evgin’in dediği gibi “Alkış ile yuh arasında çok ince bir çizgi vardır.”
Ağlamakla gülmek (ya da tersi), hazla acı, halk deyişiyle “oh ile vah” arasında da ince bir çizgi yok mudur?
İmamoğlu ve danışmanları bu tehdidi fark ettiler de mi durdular, yoksa bu kararı ilk iki madde nedeniyle mi verdiler, bu sorunun yanıtını korkarım hiçbir zaman alamayacağız.
Kefi’nin izinden
Eskiden nitelikli çocuk kitapları bulmak ne kadar zordu… Ya da çocuk klâsikleri diye adlandırılan masallara mahkûm olurdunuz. Pamuk Prenses, Hänsel ve Gretel, Kırmızı Başlıklı Kız, Fareli Köyün Kavalcısı, Bremen Mızıkacıları vb.
Bizim toplumumuzun ortak ruhî şekillenmesinden uzak, genellikle bir yerlerinde mutlaka şiddet ögesi bulunan bir dizi fantastik hikâye…
Şimdilerde hayli ciddî çabalar var. TV’de İstanbul Muhafızları, Rafadan Tayfa, Pepe, Kral Şakir gibi neredeyse tüm çocukların izlediği çizgi filmler ve bunlardan bazılarının çok şık kitapları, kendisini sadece çocuklara adamış Günışığı gibi yayınevleri var artık.
Şimdi, NTV programcılarından Seda Öğretir hanımefendinin yayınladığı çok hoş iki kitap da aralarına katılmış.
Dünyada sadece Van Gölü’nde yaşayan inci kefallerinin bir üyesi olan Kefi’nin kahramansı yolculuğunun, insanların zalimliğinden kaçmak için atılmak zorunda kaldığı maceraların çocuklara öğretecek pek çok şeyi var…
Öğretir de kitapla ilgili şunları söylüyor: “Eserin kahramanı Kefi’nin kendisi yerel, ama yolculuğu evrensel… Onun bu azim dolu hikâyesini çocuklara cesaret versin diye yazdım. Kefi’nin Maceraları serisinde sadece inci kefali göçünün ilham veren hikâyesi değil, Van’ın tarihi de var. Bu eşsiz coğrafyanın anlatılmaya değer pek çok hikâyesi var…”
Seda hanım mükemmel bir iş yapmış. Kendi tekâmül serüvenini TV dışında yazarlıkla da taçlandırmış. 8-10 yaş arası çocuğu ya da torunu olan herkese gönülden tavsiye ederiz.