Üniversite mezunları ABD'de de sorunlu...
01 şubat 2015 marketing türkiye
İletişim sektörünün, “aşkın” (explicit) olanları dışarıda bırakırsak, “içkin” (implicit) üç temel meselesi vardır. Birincisi, tabii ki sermaye yetersizliğidir. Kapitalizm “Kapital” sözünden gelir. Yani “Sermaye”… Bir bakın çevrenize, hangi iletişim ajansı ne kadarlık bir sermaye ile kurulmuştur? İkincisi bizim ortaya attığımız kavramla “İnsan Kıymetleri” meselesidir. Feodal ortaçağ toplumlarında alıp satılan, meta olarak görülüp, her biri kendine has toplumsal kurgular içinde yerlerini alan “Tebaa”, “Reaya”, “Self” gibi ifadelerle adlandırılıyordu; endüstri toplumunun başında onlara “Personel” ya da “Eleman” dendi; sonlarına doğru da “İnsan Kaynakları” kavramı kullanılmaya başlandı. Enerji, su, para gibi kullanılıp tüketilip sonra bir kenara atılan kaynak gibi… Postmodern bilgi toplumunda ise değeri sürekli artırılan “Kıymet” olarak ele alınacaklardı. Üçüncü mesele ise, yeniden üretilmesi gereken “İnsan Kıymetleri” yaklaşımını geliştirmenin yanı sıra, müşteri memnuniyetini artırmak, gelişen pazarın ihtiyaçlarına yanıt vermek için kaçınılmaz olan Ar-Ge’ye ve yeni hizmet modellemelerine yatırım yapmak konusundaki inanılmaz zaaflarımızdır.
Bu üç temel meseleden ikincisi en ağırlıklı olanıdır, belki de… Hangi sektör vardır ki, çalışanların çoğunluğu o mesleğin eğitimini almamış kadrolardan oluşsun. Bakın PR ajanslarına yüzde ne kadarı iletişim mezunudur… Bir ara bu rakam yüzde 10’lar düzeyindeydi. Kesin bir ölçümleme yok, ancak gördüğümüz kadarıyla, en fazla yüzde 20’leri bir miktar aşmış durumda.
Bir de genel üniversite eğitimi yetersizliği var ki o daha büyük bir acı! Yani okuldan çıkar çıkmaz iş hayatına hazır olmayan, uyumu bazen yıllar alan bir üniversiteli kuşağı…
Ortak kanaat şudur: “Ülkemizde üniversitelerin, bizim durumumuzda iletişim fakültelerimizin verdiği eğitim, gençleri mesleki yaşama hızlı giriş yapmaya hazırlamaktan çok uzakta.”
İşte tam da bu düşünceler içinde ajanslara yeni başvuran gençlerin halini düşünüp hayıflanmayı sürdürdüğümüz bir sırada, Temuçin Tüzecan dostumuz bir makaleye dikkatimizi çekti. Wall Street Journal’de 16 Ocak’ta Douglas Belkin imzası ile yayınlanmış makalede benzer sorunların ABD’de de neredeyse fazlasıyla yaşandığına işaret ediliyordu. Hani bu işlerin anavatanı sayılan ABD’de…
Önce en çarpıcı sonuçtan söz edelim:
Amerikan Üniversite ve Yüksek Okullar Birliği’nin (AAC&U) Ocak sonunda yayınlayacağını ilan ettiği bir araştırmaya göre; iş sahipleri, üniversite mezunu 10 gençten 9’unun “Eleştirel Düşünme”, “İletişim” ve “Sorun Çözme” gibi alanlarda çok zayıf olduğu belirtiliyormuş…
İkinci bir araştırma ise Council for Aid to Education (Eğitime Destek Konseyi) tarafından yapılan bir sınavın değerlendirme sine dayanıyormuş. 169 üniversite ve yüksek okulda 32 bin öğrenci arasında yapılan sınavda öğrencilerin “beyaz yakalı” işler konusundaki becerileri ölçülmüş. Sonuç vahim: yüzde 40’ı tamamen yetersiz çıkmış…
Makalede adının “Collegiate Learning Assessment Plus” olduğu belirtilen sınavda, daha çok eleştirel düşünme, analitik sebep sonuç ilişkisi kurma, edebî metinlere yatkınlık, yazı yazma ve iletişim becerileri, yani ne iş yaparsa yapsın her profesyonelin sahip olması gereken “temel beceriler” sorgulanıyormuş… Yüksek eğitim kurumlarının yönetimlerinin dikkatlerini daha çok öğrencilerinin sosyal alanlarda gösterdikleri faaliyetlere ve “kendilerini mutlu hissetmelerine” yoğunlaştırdıklarını belirleyen yetkililer, üniversite mezunlarının sağlam akademik bir eğitimden çok uzak yetiştiklerini tespit etmişler.
Bin 300 okulu temsil eden AAC&U’nun Başkan Yardımcısı Debra Humphreys’in tespitine göre; İşverenler, öğrencilerin okulda öğrendikleriyle pek ilgilenmiyorlarmış. Onlara göre yeni mezunların öğrendikleri şeyler, diplomalarını aldıktan bir iki dakika sonra eskiyor ve kullanılamaz hale geliyormuş. İşverenler, “Bizim için önemli olan bu gençlerin öğrenmeyi sürdürmeleri ve karmaşık sorunları çözmeyi başarmalarıdır” diyorlarmış.
Yani durum sadece bizde vahim değil…
Peki çözüm ne olabilir? Bizce iletişim fakültelerinde ilk iki yıl eleştirel düşünme kabiliyetini geliştirecek şekilde (lisedeki gibi ezbere dayalı değil) temel bilimsel eğitim verilebilir: Türkçe, edebiyat, tarih, coğrafya, felsefe, sosyoloji, psikoloji, sanat tarihi, ikna –müzakere– sunum teknikleri gibi… Son iki yıl ise mutlaka sektörle işbirliği içinde, en az üçer aylık iki stajı kapsayacak şekilde, mesleki derslere geçilebilir. Bu arada iletişim fakültelerinin hocaları ve öğrencileri oluşturacakları ekiplerle, tam bir ajans gibi konkurlara katılıp iletişim projeleri alıp üniversitesinin döner sermayesine ve dolayısıyla kendilerine de gelir katkısı sağlamaları da hedefe konabilir.
Bir iki iletişim fakültemizi hariç tutarsak kaç tane üniversitemizde iletişim hocalarımız, aynen tıpta, hukukta, inşaatta, mimaride olduğu gibi öğrencileriyle birlikte profesyonel proje ve uygulamaların içindedirler? Çok mu zordur böyle bir sistem değişikliği?
Tamam, ABD’de de durum daha az vahim değil, ancak onlar gençlerin kariyerlerini olumsuz etkileyen bu durumu hiç değilse sorgulamaya başlamışlar.
Darısı başımıza…
Hikaye iyi de, nerede devamı?
Konu Yönetimi” ve “Gündem Belirleme” sıklıkla karıştırılan iletişim araçlarıdır. O nedenle kayda değer bir örnek bulunca paylaşmak istedim.
Bahar Bilgin Hanım’ın imzası ile basın bültenini gönderen PR ajansının (pek çok başka iş de yapıyorlarmış) adını ilk kez duyuyordum (Benim ayıbım olabilir):
BB+Plus İletişim Danışmanlığı.
Bakın bültende ne demişler:
“Depresyon ile günden güne daha sık karşılaşır olduk. Yoğun iş, okul temposu, hareketsizlik, bilgisayar başında fazla zaman geçirme, yoğun stres ve sağlıksız beslenme gibi faktörler, bizi çağımızın hastalığı depresyona yaklaştırıyor. Depresyona karşı korunmak için; yaşam kalitesini arttırmak, düzenli spor yapmak ve sağlıklı beslenme alışkanlığı kazanmak oldukça önem taşıyor.
Peki kahvenin depresyona karşı koruyucu olduğunu biliyor muydunuz? Son yıllarda yapılmış bir çalışmaya göre, günde ortalama dört kupa kahve içen kişiler, hiç içmeyenlere oranla yüzde 15 daha az depresyona giriyorlar. Araştırmacılar, kahvenin mutluluk vermesinin nedenini, içindeki güvenilir antioksidanlara bağlıyor. Kahvenin hafif bir antidepresan gibi etki gösterip, serotonin ve dopamin gibi sinirsel salgıların üretimine yardımcı olduğu da düşünülüyor. Uzman Diyetisyen İpek Ağaca, kahvenin mutlu hissettirici etkisi bilimsel olarak da üzerinde durulan bir konu olduğunu belirterek kahvenin depresyona karşı etkisini anlattı.
Kahvenin kokusu bile sakinleştirici ve keyif verici özelliğe sahip. Bir başka araştırma da; fareler üzerinde yapılan bir deneye göre, az uyku nedeniyle strese giren fareler, kahvenin kokusuna maruz kaldıklarında, beyinlerinde bu strese bağlı olarak oluşan proteinde de bir değişim yaşanmış. Bazen kahvenin sadece kokusu bile insanları mutlu etmeye yarıyor.
Günde ortalama 2-3 porsiyon kahve tüketerek kahvenin sağlık üzerindeki tüm olumlu etkilerinden faydalanmak mümkün…”
Herhalde diyetisyen İpek Hanım’ın iletişimini yapıyorlar. Bir kahve markasının da olabilirdi… Bizce mükemmel bir giriş…
Peki sonrası? Yani işin sürdürülebilirlik kısmı… Günümüzde iletişimde “içerik” ve “hikâye” iş yapıyor. Arkadaşlar da her ikisini mükemmel yakalamışlar. Tebrikler… İnovasyonsa işte inovasyon… Peki nerede devamı? Nerede bu içerik ve hikâyenin 360 derece sarmalanması? Bülten geleli neredeyse üç ay olmuş. Biz mi acele ediyoruz yoksa? Yoksa, çağın iletişimde birinci sıraya koyduğu kritik başarı faktörü olan “Hız” burada biraz ihmal mi ediliyor?
Üst sıralara az kalmış...
İbrahim Hamza Ak adıyla yayınlanmış bir Tweet’te dünyada en çok bilimsel araştırma ve yayın yapmış 40 ülke listelenmiş. Türkiye Brand Age’in araştırmasına göre dünyanın en değerli 19’uncu markası. G-20 ve B-20 içinde yer alıyor. Hatta bunlara bu yıl ev sahipliği yapıyor… Yani alt yapı meselelerinde (hard power) büyük adımlar atmış ülkemiz. Keşke aynı adımların üst yapı konularında da atılabilmiş olduğunu iddia edebilsek. Araştırma ve bunlara dayalı makale sayısı üst yapı göstergelerinden biri. Bu haritada Türkiye’nin yeri bazılarını memnun ediyor olabilir. Ancak pek çok alanda ilk 10’ları hedefleyen bir ülke burada da çıtayı yükseltmeli.
Bu üç temel meseleden ikincisi en ağırlıklı olanıdır, belki de… Hangi sektör vardır ki, çalışanların çoğunluğu o mesleğin eğitimini almamış kadrolardan oluşsun. Bakın PR ajanslarına yüzde ne kadarı iletişim mezunudur… Bir ara bu rakam yüzde 10’lar düzeyindeydi. Kesin bir ölçümleme yok, ancak gördüğümüz kadarıyla, en fazla yüzde 20’leri bir miktar aşmış durumda.
Bir de genel üniversite eğitimi yetersizliği var ki o daha büyük bir acı! Yani okuldan çıkar çıkmaz iş hayatına hazır olmayan, uyumu bazen yıllar alan bir üniversiteli kuşağı…
Ortak kanaat şudur: “Ülkemizde üniversitelerin, bizim durumumuzda iletişim fakültelerimizin verdiği eğitim, gençleri mesleki yaşama hızlı giriş yapmaya hazırlamaktan çok uzakta.”
İşte tam da bu düşünceler içinde ajanslara yeni başvuran gençlerin halini düşünüp hayıflanmayı sürdürdüğümüz bir sırada, Temuçin Tüzecan dostumuz bir makaleye dikkatimizi çekti. Wall Street Journal’de 16 Ocak’ta Douglas Belkin imzası ile yayınlanmış makalede benzer sorunların ABD’de de neredeyse fazlasıyla yaşandığına işaret ediliyordu. Hani bu işlerin anavatanı sayılan ABD’de…
Önce en çarpıcı sonuçtan söz edelim:
Amerikan Üniversite ve Yüksek Okullar Birliği’nin (AAC&U) Ocak sonunda yayınlayacağını ilan ettiği bir araştırmaya göre; iş sahipleri, üniversite mezunu 10 gençten 9’unun “Eleştirel Düşünme”, “İletişim” ve “Sorun Çözme” gibi alanlarda çok zayıf olduğu belirtiliyormuş…
İkinci bir araştırma ise Council for Aid to Education (Eğitime Destek Konseyi) tarafından yapılan bir sınavın değerlendirme sine dayanıyormuş. 169 üniversite ve yüksek okulda 32 bin öğrenci arasında yapılan sınavda öğrencilerin “beyaz yakalı” işler konusundaki becerileri ölçülmüş. Sonuç vahim: yüzde 40’ı tamamen yetersiz çıkmış…
Makalede adının “Collegiate Learning Assessment Plus” olduğu belirtilen sınavda, daha çok eleştirel düşünme, analitik sebep sonuç ilişkisi kurma, edebî metinlere yatkınlık, yazı yazma ve iletişim becerileri, yani ne iş yaparsa yapsın her profesyonelin sahip olması gereken “temel beceriler” sorgulanıyormuş… Yüksek eğitim kurumlarının yönetimlerinin dikkatlerini daha çok öğrencilerinin sosyal alanlarda gösterdikleri faaliyetlere ve “kendilerini mutlu hissetmelerine” yoğunlaştırdıklarını belirleyen yetkililer, üniversite mezunlarının sağlam akademik bir eğitimden çok uzak yetiştiklerini tespit etmişler.
Bin 300 okulu temsil eden AAC&U’nun Başkan Yardımcısı Debra Humphreys’in tespitine göre; İşverenler, öğrencilerin okulda öğrendikleriyle pek ilgilenmiyorlarmış. Onlara göre yeni mezunların öğrendikleri şeyler, diplomalarını aldıktan bir iki dakika sonra eskiyor ve kullanılamaz hale geliyormuş. İşverenler, “Bizim için önemli olan bu gençlerin öğrenmeyi sürdürmeleri ve karmaşık sorunları çözmeyi başarmalarıdır” diyorlarmış.
Yani durum sadece bizde vahim değil…
Peki çözüm ne olabilir? Bizce iletişim fakültelerinde ilk iki yıl eleştirel düşünme kabiliyetini geliştirecek şekilde (lisedeki gibi ezbere dayalı değil) temel bilimsel eğitim verilebilir: Türkçe, edebiyat, tarih, coğrafya, felsefe, sosyoloji, psikoloji, sanat tarihi, ikna –müzakere– sunum teknikleri gibi… Son iki yıl ise mutlaka sektörle işbirliği içinde, en az üçer aylık iki stajı kapsayacak şekilde, mesleki derslere geçilebilir. Bu arada iletişim fakültelerinin hocaları ve öğrencileri oluşturacakları ekiplerle, tam bir ajans gibi konkurlara katılıp iletişim projeleri alıp üniversitesinin döner sermayesine ve dolayısıyla kendilerine de gelir katkısı sağlamaları da hedefe konabilir.
Bir iki iletişim fakültemizi hariç tutarsak kaç tane üniversitemizde iletişim hocalarımız, aynen tıpta, hukukta, inşaatta, mimaride olduğu gibi öğrencileriyle birlikte profesyonel proje ve uygulamaların içindedirler? Çok mu zordur böyle bir sistem değişikliği?
Tamam, ABD’de de durum daha az vahim değil, ancak onlar gençlerin kariyerlerini olumsuz etkileyen bu durumu hiç değilse sorgulamaya başlamışlar.
Darısı başımıza…
Hikaye iyi de, nerede devamı?
Konu Yönetimi” ve “Gündem Belirleme” sıklıkla karıştırılan iletişim araçlarıdır. O nedenle kayda değer bir örnek bulunca paylaşmak istedim.
Bahar Bilgin Hanım’ın imzası ile basın bültenini gönderen PR ajansının (pek çok başka iş de yapıyorlarmış) adını ilk kez duyuyordum (Benim ayıbım olabilir):
BB+Plus İletişim Danışmanlığı.
Bakın bültende ne demişler:
“Depresyon ile günden güne daha sık karşılaşır olduk. Yoğun iş, okul temposu, hareketsizlik, bilgisayar başında fazla zaman geçirme, yoğun stres ve sağlıksız beslenme gibi faktörler, bizi çağımızın hastalığı depresyona yaklaştırıyor. Depresyona karşı korunmak için; yaşam kalitesini arttırmak, düzenli spor yapmak ve sağlıklı beslenme alışkanlığı kazanmak oldukça önem taşıyor.
Peki kahvenin depresyona karşı koruyucu olduğunu biliyor muydunuz? Son yıllarda yapılmış bir çalışmaya göre, günde ortalama dört kupa kahve içen kişiler, hiç içmeyenlere oranla yüzde 15 daha az depresyona giriyorlar. Araştırmacılar, kahvenin mutluluk vermesinin nedenini, içindeki güvenilir antioksidanlara bağlıyor. Kahvenin hafif bir antidepresan gibi etki gösterip, serotonin ve dopamin gibi sinirsel salgıların üretimine yardımcı olduğu da düşünülüyor. Uzman Diyetisyen İpek Ağaca, kahvenin mutlu hissettirici etkisi bilimsel olarak da üzerinde durulan bir konu olduğunu belirterek kahvenin depresyona karşı etkisini anlattı.
Kahvenin kokusu bile sakinleştirici ve keyif verici özelliğe sahip. Bir başka araştırma da; fareler üzerinde yapılan bir deneye göre, az uyku nedeniyle strese giren fareler, kahvenin kokusuna maruz kaldıklarında, beyinlerinde bu strese bağlı olarak oluşan proteinde de bir değişim yaşanmış. Bazen kahvenin sadece kokusu bile insanları mutlu etmeye yarıyor.
Günde ortalama 2-3 porsiyon kahve tüketerek kahvenin sağlık üzerindeki tüm olumlu etkilerinden faydalanmak mümkün…”
Herhalde diyetisyen İpek Hanım’ın iletişimini yapıyorlar. Bir kahve markasının da olabilirdi… Bizce mükemmel bir giriş…
Peki sonrası? Yani işin sürdürülebilirlik kısmı… Günümüzde iletişimde “içerik” ve “hikâye” iş yapıyor. Arkadaşlar da her ikisini mükemmel yakalamışlar. Tebrikler… İnovasyonsa işte inovasyon… Peki nerede devamı? Nerede bu içerik ve hikâyenin 360 derece sarmalanması? Bülten geleli neredeyse üç ay olmuş. Biz mi acele ediyoruz yoksa? Yoksa, çağın iletişimde birinci sıraya koyduğu kritik başarı faktörü olan “Hız” burada biraz ihmal mi ediliyor?
Üst sıralara az kalmış...
İbrahim Hamza Ak adıyla yayınlanmış bir Tweet’te dünyada en çok bilimsel araştırma ve yayın yapmış 40 ülke listelenmiş. Türkiye Brand Age’in araştırmasına göre dünyanın en değerli 19’uncu markası. G-20 ve B-20 içinde yer alıyor. Hatta bunlara bu yıl ev sahipliği yapıyor… Yani alt yapı meselelerinde (hard power) büyük adımlar atmış ülkemiz. Keşke aynı adımların üst yapı konularında da atılabilmiş olduğunu iddia edebilsek. Araştırma ve bunlara dayalı makale sayısı üst yapı göstergelerinden biri. Bu haritada Türkiye’nin yeri bazılarını memnun ediyor olabilir. Ancak pek çok alanda ilk 10’ları hedefleyen bir ülke burada da çıtayı yükseltmeli.