Ya bileceksin, ya da güveneceksin...
18 TEMMUZ 2004
Kitaplarını büyük bir keyifle okuduğum Dücane Cündioğlu dostum bir keresinde dört tür insan olduğunu söylemişti: “1. Bilmeyenler ve bilmediklerini bilmeyenler. Bunlar ahmaktır. Böylelerinden uzak duracaksın. 2. Bilmeyenler fakat bilmediklerini bilenler. Bunlardan iyi öğrenci olur. 3. Bilenler fakat bildiklerini bilmeyenler. Bunlardan çok iyi öğretmen çıkar. 4. Bilenler ve bildiklerini bilenler. Bunların ise peşinden gidilir.”
İletişimde de durum aynıdır. Her işte olduğu gibi ya bileceksin, ya da bilmediğini bilecek ve güvendiğin bir PR ajansından yardım alacaksın. Tersi söz konusu olursa, bakın ne oluyor...
Ekonomi Muhabirleri Derneği (EMD) Yönetim Kurulu, Çarşamba günü tüm üyelerine bir e-posta göndermiş. Tüm üyeler de kendi e-posta adres listelerindeki tüm tanıdıklarına iletmişler mesajı. Üç beş dakika gibi bir sürede tahminimce en az on-onbeş bin kişi olaydan haberdar olmuş. Çömlek iyice patladığına göre EMD’nin mektubunun içeriğini bilmek ve bundan ders çıkarmak sizlerin de hakkı. Bakın ne yazmış EMD:
“Ekonomi Muhabirleri Derneği olarak defalarca uyarmamıza karşılık bazı firmalar basın davet metinlerinin altına etik olmayan notlar koymaya devam ediyor. Son olarak Net İletişim tarafından yabancı bir şirketin Lütfi Kırdar'da yapacağı bir toplantıya ilişkin çağrı metninde bu olumsuzluk yer aldı. Toplantı tarihinin de yanlış olarak yer aldığı bu duyuru metninde yer alan toplantıya, biz EMD Yönetimi olarak üyelerimizin gitmemesini öneriyoruz. Bilgilerinize sunarız.”
Bu arada daveti yapan firmanın gönderdiği mektubu da kısaltarak alalım:
“Dünya’nın en büyük uydu işletmecisi firmalarından olan Inmarsat, sizleri Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştirilecek olan Regional BGAN, Çift Yönlü Bireysel Uydu Internet erişim ekipmanının tanıtım toplantısına davet ediyor... Not : Siz sayın basın mensupları için, sürpriz hediyeler ve çekilişle Regional BGAN verilecektir.”
Buyurun cenaze namazına... Durduk yerde kendi krizini nasıl çıkarırsın?.. İşte yeni bir örnek daha. Hem kendinizin hem de temsil ettiğiniz kurumun itibarı iki satırda ancak böyle harcanır.
Oysa geçmişte buna benzer en az üç-dört olay yaşanmıştı. Bırakın PR şirketlerini, herhangi bir gazeteden stajyer düzeyinde bir muhabire sorsanız, size “Sakın ha, böyle bir şey yapmayın!” derdi. Ya da ciddî bir PR şirketi, “Basında haber olmak istiyorsanız, haber değeri yaratacak projeler geliştirin. Zaten o zaman gazeteciler görevlerini yapacaklar ve haberiniz gazeteye girecektir!” der ve bunun için gerekli önermeleri getirirdi.
Bu olaydan çıkacak bir başka ders ise, internetin kontrol edilemez gücü ile ilgi. “O kadar ilan veriyoruz. Söyleyin şu haberi girmesinler.” Ya da ,“Söyleyin bu haberi büyük versinler!” muhabbeti tarihe karışmak üzere. Haber değeri olan bir mesajı tek bir arkadaşınıza geçin. Bakın ne oluyor. İnternet ortamında yayılan krizi ise, konvansiyonel medyada yayılan kriz gibi yönetemezsiniz...
Bir garip insan türü
Bazı insanlar vardır, bunların sevmeyeni yoktur. Çevrelerindeki hare herkese teğet geçer. Aleyhlerinde konuşan tek bir kişiye rastlayamazsınız. “Arkasından 100 köpeğin havlamadığı kurda kurt demezler” şeklindeki ünlü atasözü, sanki bunlar için geçersizdir. Hem kişilikli ve ilkeli olup hem de düşman edinmemek zor iştir. Hep imrenmişimdir bu insanlara. Aklıma ilk gelen üç örneği şöyle sıralayabilirim: Ali Kırca, Can Dündar, Salih Memecan... Savaş Ay ile Tayfun Talipoğlu’nu da rahatlıkla bu listeye ekleyebiliriz.
Tayfun Talipoğlu’nun MNG’nin reklam filminde oynayacağını duyduğumda doğrusu biraz şaşırmıştım. Alfred Adler’e atfen belirttiğim türden bir ‘Substanz’ kaybına uğrayacağını, yani ruhundan bir şeyler kaybedebileceğini düşünmüştüm.
Reklam filmini gördüğümde endişemin yersiz olduğunu anladım. Türkiye’yi işi gereği zaten sürekli turlayan Talipoğlu, reklamda da aynı şeyi yapıyordu. Gönderilerin Edirne’de Kars’a; Diyarbakır’dan İstanbul’a MNG ile nasıl hızlı ve güvenli bir şekilde yerlerine ulaştırıldığını izliyor; yine kendi işinde olduğu gibi gönderen ve teslim alanlarla röportaj yapıyor, kilit mesajları onlara söyletiyordu. Bir de filmin başında bir yere adı da yazılsaymış, iş mükemmel olacakmış. Ama bu kadarı kadı kızında da olur. Hem Tayfun kardeşimi hem de, MNG’nin gazete reklamlarını da son derece çarpıcı bir tasarımla hazırlayan reklam ajansını kutluyorum.
Koskocaman bir Bravo!
Bazı sektörlerin reklamları ne hikmetse zaman içinde birbirlerine benzemeye başlar. Deterjan reklamları bu kategorinin başında gelir. Beyazları daha beyaz yıkamak... Bunları inandırıcılığını yitirmiş testlerle kanıtlamak... Renklileri daha parlak yıkamak... Çamaşırları yıpratmadan yıkamak... Daha düşük ısıda yıkamak... Ayni miktarla daha çok çamaşır yıkamak... Sanki anlaşmışlar gibi bütün markalar aynı koseptlerin etrafında döner dururlar. Çekilen reklam filmleri de nerdeyse birbirlerinin kopyasıdır. Omo’nun ‘kirlenmek güzeldir’ yaklaşımı dışında farklı bir şeye rastladığımı söylersem, yalan olur.
Diş macunlarının durumu da farklı değildir. Sürekli nasihat veren doktor amcalar... Dişlerinin beyazlığından dolayı erkeklere gönüllerini kaptıran kızlar... Yabancı bilim adamları nezdinde biteviye laboratuar testinden geçen ürünler... Diş hekimlerinin tavsiyeleri... Filmin sonunda markayı söyleme. Sonra da hangi markanın reklamı diye sor. Eğer bilirlerse, ne olayım...
Tam böyle düşünürken İpana’nın reklamı geçti. Hani manavda satılan bitki özlü İpanalar... “İşte!” dedim, “Devrim!”... Mor İnek meselesi... En ‘absürdü’ (uyumsuzu) bile günümüzde iş yapar. Pek çok ciddi marka, bırakın ürün özelliklerini can sıkıcı bir şekilde sıralamayı, ürününü bile göstermeye gerek görmüyor. Yaratılmak istenen duygusal atmosfer ve dünya duruşu vaadi... İpana’ya koskocaman bir ‘Bravo!’...
Bu köfte başka köfte...
‘İkinci hayatlar’ konusu hep merakımı çekmiştir. Örneğin, bir Cola şirketinde en üst düzeyde yöneticilik yaptıktan sonra bir anda her şeyi bırakıp gazetelere akıl oyunları hazırlamaya başlayan, nihayetinde de çılgın bir işe kalkışıp dünyanın en zor romanı olduğu konusunda herkesin ittifak ettiği, James Joyce’un ‘Ulysses’’ini Türkçe’ye çeviren (Yapı Kredi Yayınları) Nevzat Erkman bunlar içinde en çarpıcı örnektir.
6 ay kadar önce ‘ikinci hayatlar’a bir yenisi eklendi. Pen Ajans’ta başarılı bir reklamcı ve yönetici olarak çalışan Armağan Çeşmecioğlu, kendi deyimiyle ‘kalbinin sesini dinleyerek' mesleğini terk edip köfteci dükkanı açmıştı. Yine anlattığına bakılırsa, genç yaşta geçirdiği kalp krizi bu kararında belirleyici olmuş...
Dükkanın adını ‘Hain köfte’ koymuş... “Köftenin haini nasıl olur?” diye sorarsanız şöyle yanıt veriyor: “Lezzetiyle alışkanlık yaratan, rejim bozduran köfte ancak ‘Hain Köfte’ olur!”...
Biz, “Taksim’den salatalığı göster, Levent’ten tuzluğu alır koşar” dedikleri türdeniz... Bir yerlerde yemekle ilgili özel bir şeyler olduğunu duyalım yeter. Armağan’ın 4. Levent’teki dükkanına koşturmamız için fazla bir ısrar gerekmedi. Sonuç: Ne kadar abartılırsa yeridir. Formülünü kimselere vermediği köfteden kaç porsiyon yediğimi, beni sevenlerin morali bozulmasın diye burada yazmayacağım.
Marka’nın sahibi Hulusi Derici de Şişli’de ‘Red and White’ı açmıştı... Hulusi için iddia edemem, ama Armağan’ın köfteciliği reklamcılığından on gömlek daha iyi. Böyle bir akım var demek ki... Reklamcılara duyurulur... Köfte konusu kapılmış. Ama kokoreç alanı hâlâ boş...
Kedi aslan doğurmuş
Kendisini gazetecik yıllarından tanımasam, sadece kitaba bakarak “İşte erkekler dünyasının en ‘macho’ temsilcisi” diyeceğim. Oysa Serhat Ayan o yıllarda tanıdığım kadarıyla sadece eşinin değil, tüm cinsi latiflerin yanın süt dökmüş kedi gibi biri idi. Meğer o kediciğin kalbinde ne aslanlar yatarmış...
Serhat, 1971 doğumlu. İnternet ve kültür-sanata meraklı bir bilişim gazetecisi. 1995 yılından beri internet dünyasının içinde. 1997 yılında dünya evine girdi. İki sene evlilik tecrübesinden sonra, eşine söylemeye cesaret edemediklerini ifade etmek için olsa gerek, 1999 yılında internet üzerinde ‘evli erkekler kulübü’nü (www.evlierkeklerkulubu.org) kurmuş. (Kitap da aynı adı taşıyor)
Erkeklerin kendi aralarındaki iletişim ihtiyacını (buna geyik de deniyor) bir rastlantı eseri fark ederek, bu sitede dile getirilen konuları, kendi yorumlarıyla birleştirip keyifli bir kitap haline getirmiş. Siteye girmesi yasak olan kadınları biraz kızdıracak belki ama, sürekli karnından konuşan ve gerçek düşüncelerini bir türlü dile getiremeyen erkek milletini bir hayli rahatlatacak bir kitap çıkmış ortaya. Yaz tatili için kendisini yalnız hisseden, kendisi gibi düşünen diğer evli erkeklerle buluşmak isteyen erkeklere ve mazoşist eğilimli hanımlara şiddetle tavsiye olunur. Ayrıca bizim erkekler evlilik ve kadın konusunda ne hisseder, neler konuşur, diye merak eden iletişimcilere de tabii...
Beş beşlik reklamlar
Bu hafta da gazetelerde çıkan reklamları ilk beşte değerlendirmeyi sürdürüyoruz. 1. Lineadecor. “Hemen al, tane tane öde!” O üzümleri görüp de etkilenmemek mümkün mü. Ayrıca keşke aşçıbaşılı reklamları bu kadar az göstermeselerdi. Algılamada tekrar esastır... 2. Rafineri “İşte Türkiye’ye Cannes Aslan’ı kazandıran reklam”. (Cafe Del Mondo çuvalı). Rafineri, bu reklamı yaratanların adlarını yayınlamış. İçinde tek kelime bulunmayan reklamda reklam yazarının ne iş yaptığını anlamasam da, tüm ekibi ve bu reklamı vermeyi akıl edenleri kutluyorum. 3. Clinique Sun Care. “Güneşi gölgede bırakacak fiyatlar”. Sloganını çok beğendiğim için.( Bu, tasarımı az beğendiğim anlamına gelmemeli...) 4. Hotmail.com.tr. Hem reklam metni hem de reklamı destekleyen çok keyifli ve etkili PR çalışmaları için. 5. Efes Pilsen. “Fıçı keyfini kutuladık”. Çarpıcı fotoğraf, tasarım ve slogan için. Umarız devamı gelir. Bir kez daha söyleyelim: Algılamada tekrar esastır.
(Dikkat aşağıdaki yazı tampondur. Yer varsa kullanalım!)
Karalar bağlamaya gerek yok!
Reklam eleştirmenliği denince akla gelen ilk isim herhalde “Adage” dergisinin yazarı Bob Garfield’dir. Geçen ay Marketing Türkiye dergisinin davetlisi olarak İstanbul’a geldi. Tıklım tıklım dolu bir salonda konuşmuş. Ben yoktum o konferansta. Salonda kendisini dinleyenlerden biraz daha şanslıydım aslında. Bir gün önce 5-6 kişinin katıldığı özel bir yemekte kendisiyle uzun boylu sohbet etme fırsatını bulmuştum. Uzun bir ufuk turu yaptık. Aklıma ne geldiyse sordum. Açık yüreklilikle yanıtladı.
Reklam verenlerin reklam ajansları vasıtasıyla basın üzerinde kurmaya çalıştıkları baskının sonunda kendilerine nasıl zarar verdiğini; konuşulan ve yaratıcı çözümleri nedeniyle ödül alan reklamlarla, iş hedefine uygun, yalın ve anlaşılır reklamların arasında denge kurulmazsa nasıl para kaybedildiğini; yıllarca müşterilerini iş ortağı gibi değil yolunacak tavuk gibi gören ajansların bugün artık yavaş yavaş uyansalar da, reklam veren nezdinde nasıl ciddi güven ve itibar kaybına uğradıklarını; ‘tüm iletişim hizmetlerinizi ben ve benim yan kuruluşlarım size verir” yaklaşımının nasıl çöktüğünü; medyanın kendi içinde etik kodlarını düzeltmediği ve ‘kör tuttuğunu öper’ yaklaşımını sürdürdüğü sürece reklamcılığın da bundan nasıl ciddi zarar gördüğünü falan konuştuk...
En önemli tespitim şu oldu: Bizim reklamcılık sektörü kendi haline bakıp da hiç karalar bağlamasın. ABD’de de durum farklı değil. Dünyanın, pazarın ve müşterinin değişimine ayak uydurulmadı mı, her yerde aynı sorunlar ortaya çıkıyor. İkinci önemli tespit: Müşteri artık iletişimi öğrenmiş. “Sen bana ne istediğini söyle gerisine karışma, akşama TV’de reklam filmini seyredersin” numarasını artık yemiyor. İletişimin her aşamasında ortak çalışma ve karara katılım istiyor.
Üçüncü tespit daha basit: İletişim harcamalarının geri dönüşünü artık herkes ölçüyor, bu nedenle de kimse laf ebeliğine pabuç bırakmıyor.
İletişimde de durum aynıdır. Her işte olduğu gibi ya bileceksin, ya da bilmediğini bilecek ve güvendiğin bir PR ajansından yardım alacaksın. Tersi söz konusu olursa, bakın ne oluyor...
Ekonomi Muhabirleri Derneği (EMD) Yönetim Kurulu, Çarşamba günü tüm üyelerine bir e-posta göndermiş. Tüm üyeler de kendi e-posta adres listelerindeki tüm tanıdıklarına iletmişler mesajı. Üç beş dakika gibi bir sürede tahminimce en az on-onbeş bin kişi olaydan haberdar olmuş. Çömlek iyice patladığına göre EMD’nin mektubunun içeriğini bilmek ve bundan ders çıkarmak sizlerin de hakkı. Bakın ne yazmış EMD:
“Ekonomi Muhabirleri Derneği olarak defalarca uyarmamıza karşılık bazı firmalar basın davet metinlerinin altına etik olmayan notlar koymaya devam ediyor. Son olarak Net İletişim tarafından yabancı bir şirketin Lütfi Kırdar'da yapacağı bir toplantıya ilişkin çağrı metninde bu olumsuzluk yer aldı. Toplantı tarihinin de yanlış olarak yer aldığı bu duyuru metninde yer alan toplantıya, biz EMD Yönetimi olarak üyelerimizin gitmemesini öneriyoruz. Bilgilerinize sunarız.”
Bu arada daveti yapan firmanın gönderdiği mektubu da kısaltarak alalım:
“Dünya’nın en büyük uydu işletmecisi firmalarından olan Inmarsat, sizleri Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’nda gerçekleştirilecek olan Regional BGAN, Çift Yönlü Bireysel Uydu Internet erişim ekipmanının tanıtım toplantısına davet ediyor... Not : Siz sayın basın mensupları için, sürpriz hediyeler ve çekilişle Regional BGAN verilecektir.”
Buyurun cenaze namazına... Durduk yerde kendi krizini nasıl çıkarırsın?.. İşte yeni bir örnek daha. Hem kendinizin hem de temsil ettiğiniz kurumun itibarı iki satırda ancak böyle harcanır.
Oysa geçmişte buna benzer en az üç-dört olay yaşanmıştı. Bırakın PR şirketlerini, herhangi bir gazeteden stajyer düzeyinde bir muhabire sorsanız, size “Sakın ha, böyle bir şey yapmayın!” derdi. Ya da ciddî bir PR şirketi, “Basında haber olmak istiyorsanız, haber değeri yaratacak projeler geliştirin. Zaten o zaman gazeteciler görevlerini yapacaklar ve haberiniz gazeteye girecektir!” der ve bunun için gerekli önermeleri getirirdi.
Bu olaydan çıkacak bir başka ders ise, internetin kontrol edilemez gücü ile ilgi. “O kadar ilan veriyoruz. Söyleyin şu haberi girmesinler.” Ya da ,“Söyleyin bu haberi büyük versinler!” muhabbeti tarihe karışmak üzere. Haber değeri olan bir mesajı tek bir arkadaşınıza geçin. Bakın ne oluyor. İnternet ortamında yayılan krizi ise, konvansiyonel medyada yayılan kriz gibi yönetemezsiniz...
Bir garip insan türü
Bazı insanlar vardır, bunların sevmeyeni yoktur. Çevrelerindeki hare herkese teğet geçer. Aleyhlerinde konuşan tek bir kişiye rastlayamazsınız. “Arkasından 100 köpeğin havlamadığı kurda kurt demezler” şeklindeki ünlü atasözü, sanki bunlar için geçersizdir. Hem kişilikli ve ilkeli olup hem de düşman edinmemek zor iştir. Hep imrenmişimdir bu insanlara. Aklıma ilk gelen üç örneği şöyle sıralayabilirim: Ali Kırca, Can Dündar, Salih Memecan... Savaş Ay ile Tayfun Talipoğlu’nu da rahatlıkla bu listeye ekleyebiliriz.
Tayfun Talipoğlu’nun MNG’nin reklam filminde oynayacağını duyduğumda doğrusu biraz şaşırmıştım. Alfred Adler’e atfen belirttiğim türden bir ‘Substanz’ kaybına uğrayacağını, yani ruhundan bir şeyler kaybedebileceğini düşünmüştüm.
Reklam filmini gördüğümde endişemin yersiz olduğunu anladım. Türkiye’yi işi gereği zaten sürekli turlayan Talipoğlu, reklamda da aynı şeyi yapıyordu. Gönderilerin Edirne’de Kars’a; Diyarbakır’dan İstanbul’a MNG ile nasıl hızlı ve güvenli bir şekilde yerlerine ulaştırıldığını izliyor; yine kendi işinde olduğu gibi gönderen ve teslim alanlarla röportaj yapıyor, kilit mesajları onlara söyletiyordu. Bir de filmin başında bir yere adı da yazılsaymış, iş mükemmel olacakmış. Ama bu kadarı kadı kızında da olur. Hem Tayfun kardeşimi hem de, MNG’nin gazete reklamlarını da son derece çarpıcı bir tasarımla hazırlayan reklam ajansını kutluyorum.
Koskocaman bir Bravo!
Bazı sektörlerin reklamları ne hikmetse zaman içinde birbirlerine benzemeye başlar. Deterjan reklamları bu kategorinin başında gelir. Beyazları daha beyaz yıkamak... Bunları inandırıcılığını yitirmiş testlerle kanıtlamak... Renklileri daha parlak yıkamak... Çamaşırları yıpratmadan yıkamak... Daha düşük ısıda yıkamak... Ayni miktarla daha çok çamaşır yıkamak... Sanki anlaşmışlar gibi bütün markalar aynı koseptlerin etrafında döner dururlar. Çekilen reklam filmleri de nerdeyse birbirlerinin kopyasıdır. Omo’nun ‘kirlenmek güzeldir’ yaklaşımı dışında farklı bir şeye rastladığımı söylersem, yalan olur.
Diş macunlarının durumu da farklı değildir. Sürekli nasihat veren doktor amcalar... Dişlerinin beyazlığından dolayı erkeklere gönüllerini kaptıran kızlar... Yabancı bilim adamları nezdinde biteviye laboratuar testinden geçen ürünler... Diş hekimlerinin tavsiyeleri... Filmin sonunda markayı söyleme. Sonra da hangi markanın reklamı diye sor. Eğer bilirlerse, ne olayım...
Tam böyle düşünürken İpana’nın reklamı geçti. Hani manavda satılan bitki özlü İpanalar... “İşte!” dedim, “Devrim!”... Mor İnek meselesi... En ‘absürdü’ (uyumsuzu) bile günümüzde iş yapar. Pek çok ciddi marka, bırakın ürün özelliklerini can sıkıcı bir şekilde sıralamayı, ürününü bile göstermeye gerek görmüyor. Yaratılmak istenen duygusal atmosfer ve dünya duruşu vaadi... İpana’ya koskocaman bir ‘Bravo!’...
Bu köfte başka köfte...
‘İkinci hayatlar’ konusu hep merakımı çekmiştir. Örneğin, bir Cola şirketinde en üst düzeyde yöneticilik yaptıktan sonra bir anda her şeyi bırakıp gazetelere akıl oyunları hazırlamaya başlayan, nihayetinde de çılgın bir işe kalkışıp dünyanın en zor romanı olduğu konusunda herkesin ittifak ettiği, James Joyce’un ‘Ulysses’’ini Türkçe’ye çeviren (Yapı Kredi Yayınları) Nevzat Erkman bunlar içinde en çarpıcı örnektir.
6 ay kadar önce ‘ikinci hayatlar’a bir yenisi eklendi. Pen Ajans’ta başarılı bir reklamcı ve yönetici olarak çalışan Armağan Çeşmecioğlu, kendi deyimiyle ‘kalbinin sesini dinleyerek' mesleğini terk edip köfteci dükkanı açmıştı. Yine anlattığına bakılırsa, genç yaşta geçirdiği kalp krizi bu kararında belirleyici olmuş...
Dükkanın adını ‘Hain köfte’ koymuş... “Köftenin haini nasıl olur?” diye sorarsanız şöyle yanıt veriyor: “Lezzetiyle alışkanlık yaratan, rejim bozduran köfte ancak ‘Hain Köfte’ olur!”...
Biz, “Taksim’den salatalığı göster, Levent’ten tuzluğu alır koşar” dedikleri türdeniz... Bir yerlerde yemekle ilgili özel bir şeyler olduğunu duyalım yeter. Armağan’ın 4. Levent’teki dükkanına koşturmamız için fazla bir ısrar gerekmedi. Sonuç: Ne kadar abartılırsa yeridir. Formülünü kimselere vermediği köfteden kaç porsiyon yediğimi, beni sevenlerin morali bozulmasın diye burada yazmayacağım.
Marka’nın sahibi Hulusi Derici de Şişli’de ‘Red and White’ı açmıştı... Hulusi için iddia edemem, ama Armağan’ın köfteciliği reklamcılığından on gömlek daha iyi. Böyle bir akım var demek ki... Reklamcılara duyurulur... Köfte konusu kapılmış. Ama kokoreç alanı hâlâ boş...
Kedi aslan doğurmuş
Kendisini gazetecik yıllarından tanımasam, sadece kitaba bakarak “İşte erkekler dünyasının en ‘macho’ temsilcisi” diyeceğim. Oysa Serhat Ayan o yıllarda tanıdığım kadarıyla sadece eşinin değil, tüm cinsi latiflerin yanın süt dökmüş kedi gibi biri idi. Meğer o kediciğin kalbinde ne aslanlar yatarmış...
Serhat, 1971 doğumlu. İnternet ve kültür-sanata meraklı bir bilişim gazetecisi. 1995 yılından beri internet dünyasının içinde. 1997 yılında dünya evine girdi. İki sene evlilik tecrübesinden sonra, eşine söylemeye cesaret edemediklerini ifade etmek için olsa gerek, 1999 yılında internet üzerinde ‘evli erkekler kulübü’nü (www.evlierkeklerkulubu.org) kurmuş. (Kitap da aynı adı taşıyor)
Erkeklerin kendi aralarındaki iletişim ihtiyacını (buna geyik de deniyor) bir rastlantı eseri fark ederek, bu sitede dile getirilen konuları, kendi yorumlarıyla birleştirip keyifli bir kitap haline getirmiş. Siteye girmesi yasak olan kadınları biraz kızdıracak belki ama, sürekli karnından konuşan ve gerçek düşüncelerini bir türlü dile getiremeyen erkek milletini bir hayli rahatlatacak bir kitap çıkmış ortaya. Yaz tatili için kendisini yalnız hisseden, kendisi gibi düşünen diğer evli erkeklerle buluşmak isteyen erkeklere ve mazoşist eğilimli hanımlara şiddetle tavsiye olunur. Ayrıca bizim erkekler evlilik ve kadın konusunda ne hisseder, neler konuşur, diye merak eden iletişimcilere de tabii...
Beş beşlik reklamlar
Bu hafta da gazetelerde çıkan reklamları ilk beşte değerlendirmeyi sürdürüyoruz. 1. Lineadecor. “Hemen al, tane tane öde!” O üzümleri görüp de etkilenmemek mümkün mü. Ayrıca keşke aşçıbaşılı reklamları bu kadar az göstermeselerdi. Algılamada tekrar esastır... 2. Rafineri “İşte Türkiye’ye Cannes Aslan’ı kazandıran reklam”. (Cafe Del Mondo çuvalı). Rafineri, bu reklamı yaratanların adlarını yayınlamış. İçinde tek kelime bulunmayan reklamda reklam yazarının ne iş yaptığını anlamasam da, tüm ekibi ve bu reklamı vermeyi akıl edenleri kutluyorum. 3. Clinique Sun Care. “Güneşi gölgede bırakacak fiyatlar”. Sloganını çok beğendiğim için.( Bu, tasarımı az beğendiğim anlamına gelmemeli...) 4. Hotmail.com.tr. Hem reklam metni hem de reklamı destekleyen çok keyifli ve etkili PR çalışmaları için. 5. Efes Pilsen. “Fıçı keyfini kutuladık”. Çarpıcı fotoğraf, tasarım ve slogan için. Umarız devamı gelir. Bir kez daha söyleyelim: Algılamada tekrar esastır.
(Dikkat aşağıdaki yazı tampondur. Yer varsa kullanalım!)
Karalar bağlamaya gerek yok!
Reklam eleştirmenliği denince akla gelen ilk isim herhalde “Adage” dergisinin yazarı Bob Garfield’dir. Geçen ay Marketing Türkiye dergisinin davetlisi olarak İstanbul’a geldi. Tıklım tıklım dolu bir salonda konuşmuş. Ben yoktum o konferansta. Salonda kendisini dinleyenlerden biraz daha şanslıydım aslında. Bir gün önce 5-6 kişinin katıldığı özel bir yemekte kendisiyle uzun boylu sohbet etme fırsatını bulmuştum. Uzun bir ufuk turu yaptık. Aklıma ne geldiyse sordum. Açık yüreklilikle yanıtladı.
Reklam verenlerin reklam ajansları vasıtasıyla basın üzerinde kurmaya çalıştıkları baskının sonunda kendilerine nasıl zarar verdiğini; konuşulan ve yaratıcı çözümleri nedeniyle ödül alan reklamlarla, iş hedefine uygun, yalın ve anlaşılır reklamların arasında denge kurulmazsa nasıl para kaybedildiğini; yıllarca müşterilerini iş ortağı gibi değil yolunacak tavuk gibi gören ajansların bugün artık yavaş yavaş uyansalar da, reklam veren nezdinde nasıl ciddi güven ve itibar kaybına uğradıklarını; ‘tüm iletişim hizmetlerinizi ben ve benim yan kuruluşlarım size verir” yaklaşımının nasıl çöktüğünü; medyanın kendi içinde etik kodlarını düzeltmediği ve ‘kör tuttuğunu öper’ yaklaşımını sürdürdüğü sürece reklamcılığın da bundan nasıl ciddi zarar gördüğünü falan konuştuk...
En önemli tespitim şu oldu: Bizim reklamcılık sektörü kendi haline bakıp da hiç karalar bağlamasın. ABD’de de durum farklı değil. Dünyanın, pazarın ve müşterinin değişimine ayak uydurulmadı mı, her yerde aynı sorunlar ortaya çıkıyor. İkinci önemli tespit: Müşteri artık iletişimi öğrenmiş. “Sen bana ne istediğini söyle gerisine karışma, akşama TV’de reklam filmini seyredersin” numarasını artık yemiyor. İletişimin her aşamasında ortak çalışma ve karara katılım istiyor.
Üçüncü tespit daha basit: İletişim harcamalarının geri dönüşünü artık herkes ölçüyor, bu nedenle de kimse laf ebeliğine pabuç bırakmıyor.