Yaşam Koçu’nuzu nasıl seçeceksiniz?..
15 Şubat 2011 - Marketing Türkiye
İki sayı önceki Marketing Türkiye’de “Kasaba Bilgini, Yarı Feodal Yaşam Koçları” başlığıyla yazdığım yazıda, ‘yaşam koçluğu’ adı altında verilen kurslarda insanların ruh ve sosyal sağlığıyla nasıl oynandığına, bu ciddi sektörün ciddi vaadleriyle bizdeki kasaba bilginlerinin mikser yaklaşımlarını karşılaştırmıştım. Söz konusu kasaba bilginlerinin bu işi layıkıyla, adam gibi yapan Yaşam Koç’larının kendilerini ifade etmelerini de zorlaştıracağından dem vurmuştum. Bu yazıma Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği
Yönetim Kurulu adına Başkan Gürkan Sarıoğlu’ndan yanıt geldi.
Gürkan Bey, yazımda “ciddi, olması gereken vaatler” diye sözünü ettiğim ve kaynak olarak gösterdiğim “www.coachfederation.org” adresinin sahibi olan International Coach Federation (ICF)’in ülkemizdeki yapılanmasının başkanı. Gürkan Bey’den öğrendiğimize göre, 1995’de Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulmuş olan Uluslararası Koçluk Federasyonu (ICF), yüksek standartlar koyarak, bağımsız belgeleme sağlayarak , unvanlı koçlar için dünya çapında bir ağ oluşturmuş. ICF, 100’den fazla ülkedeki 17 bini aşkın profesyonel koçu temsil ediyormuş. Türkiye’de Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği (UPKD)adlı dernek de ICF çatısı altında 2009 sonunda yapılanarak faaliyete başlamış.
Bu meselenin açıklığa kavuşturulması ve doğru adımlar atılabilmesi için, Gürkan Bey’in “Yaşam Koçluğu”nun ne olduğunu ifade eden şu satırlarını sizlerle paylaşmak boynumun borcu. Gürkan Bey teşekkürle başladığı yazısında şöyle diyor:
“Koçluk ilke olarak bugünden yarına bakar; bir hedefe ulaşma aracıdır. Koçlar, bugün içinde bulunduğunuz durum, yarın için idealleriniz, mevcut yetenek, yetkinlik ve deneyimleriniz ışığında, ulaşmak istediğiniz hedefin ne olduğunu belirlemenize yardım eder. Bu hedefe ulaşmak için seçeneklerinizin neler olduğunu belirlemeniz, bu yollardaki engelleri tanımlamanız, bu engelleri bertaraf etmek için yapılabilecekleri saptamanız ve bunun yanısıra geliştirmek istediğiniz yanlarınız, beklentileriniz, kaygı ve hayalleriniz üzerinde çalışarak hedefe mümkün olan en kısa sürede ulaşmanız için size destek olur. Koçunuz, gerçek potansiyelinizi ortaya koymanız için size sürekli destek sağlayan bir ortaktır. Bu ortaklıkta, koçluk alanın kendi cevapları, kararları ve hareketlerinden sorumlu sağlıklı bir birey olduğu kabul edilir. Koçlar yargılayıcı değildir, yönlendirmez ve hiç bir sorunun yanıtına sahip değildir. Koçluk alanı olduğu gibi kabul eden, söylenmeyeni de dinleyerek, sorduğu güçlü sorularla onun daha derinlemesine düşünmesini sağlayan, yeni seçenekler keşfetmesine yardımcı olan bir seyahat arkadaşıdır.”
Gürkan Bey, Türkiye’de ICF Global’e kayıtlı 200’e yakın profesyonel koç olduğunu yazmış. Bunların 130 kadarı UPKD’ye de üyeymiş. ICF merkezinde kurulu bir Etik Komitesi, gelebilecek her türlü şikayeti, ihbarı değerlendirmek üzere görev yapıyormuş.
Bu alanda hizmet almak isteyenler, kasaba bilginlerinden kendilerini koruyabilmek için doğru adres olarak Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği’ne başvurabilirler. (www.icfturkey.org) Gürkan Bey’e yarı feodal yaşam koçlarından bizleri koruyabilecek ilk adımı gösteren bu açıklaması için teşekkür ediyoruz.
‘Well made well movie” nasıl olur?..
Reklam filmlerini yaşama uygulayıp baktığınız zaman, doğru mu yanlış mı, iyi mi kötü mü, başarılı mı başarısız mı, daha kolay değerlendirebilirsiniz. Örneğin ‘absürt’ bir yaklaşımın yaşamdaki karşılığını bulabilirseniz hiç mesele yoktur.
Ya da bir reklam getirdiler önünüze; marka vaadi, kendi gerçekliğinin ötesinde… Örneğin partnerinize dünyaları vaat ediyorsunuz; ancak maaşınız 1.500 TL gibi bir durum…
Absürt’e geri dönecek olursak, tabii ki zaman zaman işe yarar. İlle de her şey ‘rasyonel’ olmak zorunda değildir; irrasyonalite de çok etkili bir anlatım biçimi olabilir. Yeter ki, mimarî bozuk olmasın; yani reklam iş hedefine giden yoldan saptırılmasın…
Bu bağlamda üç reklamı ele almakta yarar olabilir. İlk ikisi Şeker Piliç ve Koroplast… İki reklam da bana sorarsanız, Bruce Williamson’un deyişiyle “Well made bad movie”… Her ikisi de çok dikkat çekici… Çok şirin… Çok hoş…
Peki daha ne istiyorsun Saydam?
Anlam istiyorum… Mimarî bütünlük. Şeker Piliç reklamındaki kadın neden Azerî aksanıyla konuşuyor? Koroplast reklamındaki ‘apartman görevlisinin’ neden Doğu Karadenizli olduğu algısı yaratılmaya çalışılmış? Absürt bile değil… O zaman ne oluyor? Dikkat aksana kayıyor ve kilit mesaj kayboluyor… En azından böyle bir tehlike var…
Şimdi biliyorum.. Önüme araştırma sonucu koyacaklar: Hatırlanma oranı şöyle… Beğeni böyle… Ben “reklam filmi dikkat çekici değil, şirin değil, hoş değil” demedim ki… Doğru değil dedim… Algılanma sorunu olur demedim ki, istenen davranış değişikliğini sağlama sorunu olabilir dedim…
Prof. Dr. Ali Atıf Bir’in davet ettiği programında bana izletmiş olan bir başka reklam filminde ise durum tamamen farklı. Bu Dacia Duster reklamı… Aslında yurt dışında üretilmiş, bize tercüme edilmiş reklam malzemesine karşı ön yargılıyımdır. Çalışmaz diye düşünürüm. O ülkelerin halklarının ortak ruhi şekillenmesi, kültür ve değerleri bizimkilerinkine benzemez; o yüzden onlar için uygun olan iletişim dili, bizimkiler için çalışmaz…
Genelde de geçerliliğini korumuştur bu ön yargım… Konferanslarımda konu buraya geldi mi, çok sayıda çakılmış reklam filmi örneği gösteririm. İthal edildikten sonra (genellikle Türkiye’de yenisi yapmaktan çok daha ucuz olduğu için), dilimize çevrilip piyasaya sürülen reklam filmleri…
Dacia Duster’ın reklam filmi öyle değil… “Well made well movie” olmasını sağlayan sadece iyi yapılmış olması değil; evrensel kültür ve değerlere dokunması, teğet geçmesi… Alman, Fransız ya da Romen olmaması… O nedenle de bize ‘ecnebi’ değil tam tersine ‘yakın’ olması…
Kamu Diplomasisi ev ödevini hazırlıyor
Başbakanlığın Dolmabahçe Sarayı’nın hemen beri tarafındaki muhteşem ‘çalışma mekânında’ iki önemli toplantı yapıldı…
Hasbelkader bizim de davetli olduğumuz toplantıyı ‘Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’ düzenliyordu… Başkan Prof. Dr. İbrahim Kalın ve Başbakan’ın yakın çalışma arkadaşı ve danışmanı Prof. Dr. Nabi Avcı katılımcıları özenle seçmişler. Amaç Başbakan’a Türkiye markasının yurt dışında ‘yönetilmesine’ ilişkin sağlam bir ‘iş planı’ sunabilmek…
Biz ana başlıklarla şu görüşleri ileri sürdük. Gizlisi kapaklısı olmadığı için Marketing Türkiye okurlarıyla da paylaşmakta bir sakınca görmüyorum.
Yönetim Kurulu adına Başkan Gürkan Sarıoğlu’ndan yanıt geldi.
Gürkan Bey, yazımda “ciddi, olması gereken vaatler” diye sözünü ettiğim ve kaynak olarak gösterdiğim “www.coachfederation.org” adresinin sahibi olan International Coach Federation (ICF)’in ülkemizdeki yapılanmasının başkanı. Gürkan Bey’den öğrendiğimize göre, 1995’de Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulmuş olan Uluslararası Koçluk Federasyonu (ICF), yüksek standartlar koyarak, bağımsız belgeleme sağlayarak , unvanlı koçlar için dünya çapında bir ağ oluşturmuş. ICF, 100’den fazla ülkedeki 17 bini aşkın profesyonel koçu temsil ediyormuş. Türkiye’de Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği (UPKD)adlı dernek de ICF çatısı altında 2009 sonunda yapılanarak faaliyete başlamış.
Bu meselenin açıklığa kavuşturulması ve doğru adımlar atılabilmesi için, Gürkan Bey’in “Yaşam Koçluğu”nun ne olduğunu ifade eden şu satırlarını sizlerle paylaşmak boynumun borcu. Gürkan Bey teşekkürle başladığı yazısında şöyle diyor:
“Koçluk ilke olarak bugünden yarına bakar; bir hedefe ulaşma aracıdır. Koçlar, bugün içinde bulunduğunuz durum, yarın için idealleriniz, mevcut yetenek, yetkinlik ve deneyimleriniz ışığında, ulaşmak istediğiniz hedefin ne olduğunu belirlemenize yardım eder. Bu hedefe ulaşmak için seçeneklerinizin neler olduğunu belirlemeniz, bu yollardaki engelleri tanımlamanız, bu engelleri bertaraf etmek için yapılabilecekleri saptamanız ve bunun yanısıra geliştirmek istediğiniz yanlarınız, beklentileriniz, kaygı ve hayalleriniz üzerinde çalışarak hedefe mümkün olan en kısa sürede ulaşmanız için size destek olur. Koçunuz, gerçek potansiyelinizi ortaya koymanız için size sürekli destek sağlayan bir ortaktır. Bu ortaklıkta, koçluk alanın kendi cevapları, kararları ve hareketlerinden sorumlu sağlıklı bir birey olduğu kabul edilir. Koçlar yargılayıcı değildir, yönlendirmez ve hiç bir sorunun yanıtına sahip değildir. Koçluk alanı olduğu gibi kabul eden, söylenmeyeni de dinleyerek, sorduğu güçlü sorularla onun daha derinlemesine düşünmesini sağlayan, yeni seçenekler keşfetmesine yardımcı olan bir seyahat arkadaşıdır.”
Gürkan Bey, Türkiye’de ICF Global’e kayıtlı 200’e yakın profesyonel koç olduğunu yazmış. Bunların 130 kadarı UPKD’ye de üyeymiş. ICF merkezinde kurulu bir Etik Komitesi, gelebilecek her türlü şikayeti, ihbarı değerlendirmek üzere görev yapıyormuş.
Bu alanda hizmet almak isteyenler, kasaba bilginlerinden kendilerini koruyabilmek için doğru adres olarak Uluslararası Profesyonel Koçluk Derneği’ne başvurabilirler. (www.icfturkey.org) Gürkan Bey’e yarı feodal yaşam koçlarından bizleri koruyabilecek ilk adımı gösteren bu açıklaması için teşekkür ediyoruz.
‘Well made well movie” nasıl olur?..
Reklam filmlerini yaşama uygulayıp baktığınız zaman, doğru mu yanlış mı, iyi mi kötü mü, başarılı mı başarısız mı, daha kolay değerlendirebilirsiniz. Örneğin ‘absürt’ bir yaklaşımın yaşamdaki karşılığını bulabilirseniz hiç mesele yoktur.
Ya da bir reklam getirdiler önünüze; marka vaadi, kendi gerçekliğinin ötesinde… Örneğin partnerinize dünyaları vaat ediyorsunuz; ancak maaşınız 1.500 TL gibi bir durum…
Absürt’e geri dönecek olursak, tabii ki zaman zaman işe yarar. İlle de her şey ‘rasyonel’ olmak zorunda değildir; irrasyonalite de çok etkili bir anlatım biçimi olabilir. Yeter ki, mimarî bozuk olmasın; yani reklam iş hedefine giden yoldan saptırılmasın…
Bu bağlamda üç reklamı ele almakta yarar olabilir. İlk ikisi Şeker Piliç ve Koroplast… İki reklam da bana sorarsanız, Bruce Williamson’un deyişiyle “Well made bad movie”… Her ikisi de çok dikkat çekici… Çok şirin… Çok hoş…
Peki daha ne istiyorsun Saydam?
Anlam istiyorum… Mimarî bütünlük. Şeker Piliç reklamındaki kadın neden Azerî aksanıyla konuşuyor? Koroplast reklamındaki ‘apartman görevlisinin’ neden Doğu Karadenizli olduğu algısı yaratılmaya çalışılmış? Absürt bile değil… O zaman ne oluyor? Dikkat aksana kayıyor ve kilit mesaj kayboluyor… En azından böyle bir tehlike var…
Şimdi biliyorum.. Önüme araştırma sonucu koyacaklar: Hatırlanma oranı şöyle… Beğeni böyle… Ben “reklam filmi dikkat çekici değil, şirin değil, hoş değil” demedim ki… Doğru değil dedim… Algılanma sorunu olur demedim ki, istenen davranış değişikliğini sağlama sorunu olabilir dedim…
Prof. Dr. Ali Atıf Bir’in davet ettiği programında bana izletmiş olan bir başka reklam filminde ise durum tamamen farklı. Bu Dacia Duster reklamı… Aslında yurt dışında üretilmiş, bize tercüme edilmiş reklam malzemesine karşı ön yargılıyımdır. Çalışmaz diye düşünürüm. O ülkelerin halklarının ortak ruhi şekillenmesi, kültür ve değerleri bizimkilerinkine benzemez; o yüzden onlar için uygun olan iletişim dili, bizimkiler için çalışmaz…
Genelde de geçerliliğini korumuştur bu ön yargım… Konferanslarımda konu buraya geldi mi, çok sayıda çakılmış reklam filmi örneği gösteririm. İthal edildikten sonra (genellikle Türkiye’de yenisi yapmaktan çok daha ucuz olduğu için), dilimize çevrilip piyasaya sürülen reklam filmleri…
Dacia Duster’ın reklam filmi öyle değil… “Well made well movie” olmasını sağlayan sadece iyi yapılmış olması değil; evrensel kültür ve değerlere dokunması, teğet geçmesi… Alman, Fransız ya da Romen olmaması… O nedenle de bize ‘ecnebi’ değil tam tersine ‘yakın’ olması…
Kamu Diplomasisi ev ödevini hazırlıyor
Başbakanlığın Dolmabahçe Sarayı’nın hemen beri tarafındaki muhteşem ‘çalışma mekânında’ iki önemli toplantı yapıldı…
Hasbelkader bizim de davetli olduğumuz toplantıyı ‘Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’ düzenliyordu… Başkan Prof. Dr. İbrahim Kalın ve Başbakan’ın yakın çalışma arkadaşı ve danışmanı Prof. Dr. Nabi Avcı katılımcıları özenle seçmişler. Amaç Başbakan’a Türkiye markasının yurt dışında ‘yönetilmesine’ ilişkin sağlam bir ‘iş planı’ sunabilmek…
Biz ana başlıklarla şu görüşleri ileri sürdük. Gizlisi kapaklısı olmadığı için Marketing Türkiye okurlarıyla da paylaşmakta bir sakınca görmüyorum.
- Bir ülkeden çıkacak markalar o ülkenin markası kadar güçlüdürler: Rekabetçi avantaj ve dezavantaj bu yolla sağlanır.
- Bu nedenle Türkiye’nin konumlandırması konusunda mutabakat sağlanmalı. Marka vaadi net olarak belirlenmelidir. (Turizm pazarlamasındaki vaat, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nin vaadi -“TurKey to Europe”, THY’nin vaadi “Globally yours…” koordine edilebilir mi?)
- Buradan da öte, Türkiye’nin yurt içi ve dışı algı yönetiminin senkron haline getirilmesi üzerine çalışılabilir mi?
- Yurt içinde ve dışında sosyal paydaşlık yaklaşımı ve "engagement management" çerçevesinde kültürel ittifaklar meselesi ele alınabilir mi?
- Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün ya da uygun görülecek başka bir yapının liderliği ve hükümetin denetiminde; Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın pazarlama çalışmaları, Dışişleri Bakanlığı, TOBB’a ve TİM’e bağlı birimler, TÜSİAD ve benzeri STK’lar, Cumhurbaşkanlığı’nın başlattığı çalışma, Spor kurumlarının iletişim çalışmaları, Üniversiteler (AIESEC vb. uluslar arası öğrenci kuruluşları, bilimsel çalışmaları), Medya (içeride ve dışarıda), Popüler kültür araçları (Bkz. Nathan Gardels’in NPQ için yazısı: 1998. Sonbahar sayısı: Kültürel Kuşatmadan Sıcak Eğlenceye)
- Türkiye’nin (İstanbul’un) ‘tagline’ın tespiti…
- Her şeyden önce iletişimi ‘hislerimize göre mi yoksa Osmanlı’nın dediği gibi ‘usulü veçhile amel ederek’ yönetip yönetmemeye karar vermek gerekir.
- Şu 4 soru yanıtlanmalı: 1.Nereden başlıyoruz?; 2.Nereye gitmek istiyoruz?; 3. Oraya nasıl gideriz? 4. Doğru yolda olup olmadığımızı nasıl anlarız? (Ölçümleme)
- Orta – Kısa – Uzun vadede hedefler belirlenmeli. (Gelecek turist sayısı veya turizm gelirleri değil, algılama odağında)
- Uygulanacak yöntem ise 3 İ olmalı (İstişare, ikna ittifak) (Bkz. Algılama Yönetimi kitabı…)