Yaşamın dinamiği: Toplumsallık Duygusu
16 Temmuz 2019 - Yeni Şafak
Cumartesi günü bu köşede yayınlanan yazımızda çekirdek ve geniş aile arasındaki farka değinmiş, çekirdek ailenin çocuklarıyla ortaya çıkan çelişkisinden söz etmiştik.
Özetle diyebiliriz ki, metropol hayatı çekirdek aileleri, kendilerinden önceki nesillerden gelen her türlü bilgi ve değerden uzaklaşarak ‘çağın gereklerine’ göre çocuk yetiştirmeyi vazife edinmiş biçimde bir çelişkiler evreninde savruluyorlar. Ayrıca durumdan hiç de memnun değiller.
Çocuğun, hobileri, eğitimi, arkadaşları, yemeği (sadece ne yesin değil, çocuğumuz vegan mı olsun vejetaryan mı noktasında sorgulamalarla bile karşılaşıyoruz) konusunda akıllarında ‘binlerce soru’… Onca soruya rağmen, bu sorulara ve de çoçuğun bizatihi kendisine ayıracak vaktin eksikliği… Ve de çocuk eğitimi konusunda demode buldukları için büyükanne-büyükbaba desteğini reddetmeleri…
Bu şartlar altında hayat, kendileri için bir eziyet, çocukları için de bir ‘zorunluluklar evreni’ hâline geliyor. E nerde kaldı bu işin keyfi?
Kendilerini bu şartlarda yaşamaya zorunlu hissettikleri için pek çok metropol çifti ikinci, üçüncü çocuğu yapma düşüncesinden kaçıyor. Ya da çevresindeki çocuklu çiftleri gözlemleyerek stres ve çelişki dolu bir hayattan uzak kalma düşüncesiyle hiç çocuk sahibi olmuyor.
Peki ya çocukların durumu? Dengeli, çelişkisiz bir hayatta, yeterli sevgi ve şefkat alarak büyüyen çocuklarla ‘proje’ olarak (neredeyse deadline’a) yetiştirilmeye çalışılan, kendi becerilerini, istek ve arzuları keşfetmesine izin verilmeden belli hobilere yönlendirilen yani ‘yadsınan çocuklar’? Buna bir de ‘şımartılan çocukları’ ekleyebiliriz. Önünde sonsuz olanaklar, piyanodan sıkılınca basketbola yazdırılan, televizyon yetmeyince tablet alınan, onu değil bunu yemek isteyen...
Her iki durum da zarar gören çocuklar ortaya çıkıyor. Ebeveynler onların geleceğini ve mutluluğunu garantiye almak için ürettikleri bu projeyle ‘sağlıksız’ ve ‘topluluk olmanın gereklerini’ bilmekten, bunu içselleştirmekten uzak bireyler yetiştiriyor.
Bireysel psikolojinin kurucusu kabul edilen Alfred Adler, Yaşama Sanatı adlı kitabında, böyle durumlarda “aşırı bir ‘aşağılık duygusu’ açık seçik belirtilerini sergiler” diyor…
‘Aşağılık duygusu’nun ortaya çıkmasının nedenini Adler şöyle açıklıyor: “Bu çocukların çetin koşullar altında büyüdüklerini ve sürekli saldırı korkusu içinde yaşadıklarını, çünkü gözlerini dünyaya açtıkları çevrede asla bağımsız yaşamayı öğrenemediklerini belirtmeliyiz.”
Yukarıda ‘topluluk olmanın gerekleri’nden bahsettiğimizde, “biz toplum için mi çocuk yetiştiriyoruz? Çocuklarımız mutlu olsun yeter!” diye feveran edenleri duyar gibi oluyoruz. Ancak onlara kötü bir haberimiz var. Siz çocuğunuzu ne için yetiştirirseniz yetiştirin çocuklar, bireyler, toplum içinde yaşayacak ve başkalarıyla sağlıklı ilişkilere ihtiyaç duyacaklar. Ve hayat, bir gül bahçesi değil, zorluklar ve sorunlarla dolu. Adler, “İnsani açıdan bakıldığında, sosyal davranışlara hazırlanmak kaçınılmaz bir zorunluluktur” diyor.
Ötesi, ürkek, çekingen, hayatta güçlükleri çözmede kullanabileceği ‘ruhsal davranışın eksikliği’ içinde, bu nedenle de, bizim iletişim dilinde ‘ısı kalkanı’ dediğimiz, ‘bağışıklık’ sistemini geliştirememiş, başarısızlık duygusu içindeki çocuklar demektir...
Tüm bunları başarıyla yerine getirebilmiş olanlar Adler’in ‘toplumsallık duygusu’ dediği ‘ısı kalkanı’ndan yoksundurlar. Acı ama “sorunlu çocuklar, suça yönelik kişiler, akıl hastaları ve alkoliklerin” bu duygunun eksikliğini yaşayan insanlardan çıktığı iddia ediliyor.
Cumartesi günkü yazımızdan sonra saygıdeğer bir hocamızdan kısa fakat anlamlı bir mesaj aldık. Bu konuların hem teorisinin hem de uygulamadaki sorunların merkezinde bir kişi olduğu için görüşleri bizim için çok kıymetli olmanın ötesinde rehber de olmalı. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Danışmanlığını da yürüten Ankara Üniversitesi hocası Prof. Dr. Emin Özmete şöyle demiş:
“Çekirdek ailede ‘proje çocuk’ yetiştirmek fikri yerleştikçe bu konuları aşma ihtimalimiz yok. Ayrıca şu andaki eğitim sistemi, servisinden özel ders ihtiyacına kadar çekirdek aileyi maddi ve manevi olarak yıpratan en önemli hususlardan biri. Çalışmak zorunda olan ebeveynler (çünkü ev, araba sahibi olmak, lüks yaşamak gibi hayalleri var) kendi sorumluluklarını fazlasıyla yerine getirdiklerini düşünerek çocuklarından da dâhi olmalarını beklemekteler. Böylece sürekli eleştirilen, istediklerini yapmama ile tehdit edilen çocukların, çocukluklarını yaşamaları ve mutlu olmaları beklenemez. Aile bu sarmaldan çıkamadığı için boşanmalar da artıyor. Aaaah sevgili hocam söyleyecek çok söz var.”
Adler’in teorisi, Özmete hocamızın pratik hayata dair analiziyle birleşince nasıl da ete kemiğe bürünüyor, değil mi?
Çocuklarımızın önünü açacak sağlıklı bir toplumdur, sağlıklı toplum da yine sağlıklı, kendini eksik hissetmeyen bireylerden oluşur. Bu bir sarmal gibi zaman içinde ilerler...
Tipik bir örnekle noktalayalım konuyu: Hâlâ tam anlamıyla hakkını verebildiğimizi sanmadığım 15 Temmuz’a eklemlenmiş olan iki kavram, Demokrasi ve Millî Birlik, her ikisi de ‘toplumsallık duygusunun’ tekâmülü doğrultusunda gelişir.
Özetle diyebiliriz ki, metropol hayatı çekirdek aileleri, kendilerinden önceki nesillerden gelen her türlü bilgi ve değerden uzaklaşarak ‘çağın gereklerine’ göre çocuk yetiştirmeyi vazife edinmiş biçimde bir çelişkiler evreninde savruluyorlar. Ayrıca durumdan hiç de memnun değiller.
Çocuğun, hobileri, eğitimi, arkadaşları, yemeği (sadece ne yesin değil, çocuğumuz vegan mı olsun vejetaryan mı noktasında sorgulamalarla bile karşılaşıyoruz) konusunda akıllarında ‘binlerce soru’… Onca soruya rağmen, bu sorulara ve de çoçuğun bizatihi kendisine ayıracak vaktin eksikliği… Ve de çocuk eğitimi konusunda demode buldukları için büyükanne-büyükbaba desteğini reddetmeleri…
Bu şartlar altında hayat, kendileri için bir eziyet, çocukları için de bir ‘zorunluluklar evreni’ hâline geliyor. E nerde kaldı bu işin keyfi?
Kendilerini bu şartlarda yaşamaya zorunlu hissettikleri için pek çok metropol çifti ikinci, üçüncü çocuğu yapma düşüncesinden kaçıyor. Ya da çevresindeki çocuklu çiftleri gözlemleyerek stres ve çelişki dolu bir hayattan uzak kalma düşüncesiyle hiç çocuk sahibi olmuyor.
Peki ya çocukların durumu? Dengeli, çelişkisiz bir hayatta, yeterli sevgi ve şefkat alarak büyüyen çocuklarla ‘proje’ olarak (neredeyse deadline’a) yetiştirilmeye çalışılan, kendi becerilerini, istek ve arzuları keşfetmesine izin verilmeden belli hobilere yönlendirilen yani ‘yadsınan çocuklar’? Buna bir de ‘şımartılan çocukları’ ekleyebiliriz. Önünde sonsuz olanaklar, piyanodan sıkılınca basketbola yazdırılan, televizyon yetmeyince tablet alınan, onu değil bunu yemek isteyen...
Her iki durum da zarar gören çocuklar ortaya çıkıyor. Ebeveynler onların geleceğini ve mutluluğunu garantiye almak için ürettikleri bu projeyle ‘sağlıksız’ ve ‘topluluk olmanın gereklerini’ bilmekten, bunu içselleştirmekten uzak bireyler yetiştiriyor.
Bireysel psikolojinin kurucusu kabul edilen Alfred Adler, Yaşama Sanatı adlı kitabında, böyle durumlarda “aşırı bir ‘aşağılık duygusu’ açık seçik belirtilerini sergiler” diyor…
‘Aşağılık duygusu’nun ortaya çıkmasının nedenini Adler şöyle açıklıyor: “Bu çocukların çetin koşullar altında büyüdüklerini ve sürekli saldırı korkusu içinde yaşadıklarını, çünkü gözlerini dünyaya açtıkları çevrede asla bağımsız yaşamayı öğrenemediklerini belirtmeliyiz.”
Yukarıda ‘topluluk olmanın gerekleri’nden bahsettiğimizde, “biz toplum için mi çocuk yetiştiriyoruz? Çocuklarımız mutlu olsun yeter!” diye feveran edenleri duyar gibi oluyoruz. Ancak onlara kötü bir haberimiz var. Siz çocuğunuzu ne için yetiştirirseniz yetiştirin çocuklar, bireyler, toplum içinde yaşayacak ve başkalarıyla sağlıklı ilişkilere ihtiyaç duyacaklar. Ve hayat, bir gül bahçesi değil, zorluklar ve sorunlarla dolu. Adler, “İnsani açıdan bakıldığında, sosyal davranışlara hazırlanmak kaçınılmaz bir zorunluluktur” diyor.
Ötesi, ürkek, çekingen, hayatta güçlükleri çözmede kullanabileceği ‘ruhsal davranışın eksikliği’ içinde, bu nedenle de, bizim iletişim dilinde ‘ısı kalkanı’ dediğimiz, ‘bağışıklık’ sistemini geliştirememiş, başarısızlık duygusu içindeki çocuklar demektir...
Tüm bunları başarıyla yerine getirebilmiş olanlar Adler’in ‘toplumsallık duygusu’ dediği ‘ısı kalkanı’ndan yoksundurlar. Acı ama “sorunlu çocuklar, suça yönelik kişiler, akıl hastaları ve alkoliklerin” bu duygunun eksikliğini yaşayan insanlardan çıktığı iddia ediliyor.
Cumartesi günkü yazımızdan sonra saygıdeğer bir hocamızdan kısa fakat anlamlı bir mesaj aldık. Bu konuların hem teorisinin hem de uygulamadaki sorunların merkezinde bir kişi olduğu için görüşleri bizim için çok kıymetli olmanın ötesinde rehber de olmalı. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Danışmanlığını da yürüten Ankara Üniversitesi hocası Prof. Dr. Emin Özmete şöyle demiş:
“Çekirdek ailede ‘proje çocuk’ yetiştirmek fikri yerleştikçe bu konuları aşma ihtimalimiz yok. Ayrıca şu andaki eğitim sistemi, servisinden özel ders ihtiyacına kadar çekirdek aileyi maddi ve manevi olarak yıpratan en önemli hususlardan biri. Çalışmak zorunda olan ebeveynler (çünkü ev, araba sahibi olmak, lüks yaşamak gibi hayalleri var) kendi sorumluluklarını fazlasıyla yerine getirdiklerini düşünerek çocuklarından da dâhi olmalarını beklemekteler. Böylece sürekli eleştirilen, istediklerini yapmama ile tehdit edilen çocukların, çocukluklarını yaşamaları ve mutlu olmaları beklenemez. Aile bu sarmaldan çıkamadığı için boşanmalar da artıyor. Aaaah sevgili hocam söyleyecek çok söz var.”
Adler’in teorisi, Özmete hocamızın pratik hayata dair analiziyle birleşince nasıl da ete kemiğe bürünüyor, değil mi?
Çocuklarımızın önünü açacak sağlıklı bir toplumdur, sağlıklı toplum da yine sağlıklı, kendini eksik hissetmeyen bireylerden oluşur. Bu bir sarmal gibi zaman içinde ilerler...
Tipik bir örnekle noktalayalım konuyu: Hâlâ tam anlamıyla hakkını verebildiğimizi sanmadığım 15 Temmuz’a eklemlenmiş olan iki kavram, Demokrasi ve Millî Birlik, her ikisi de ‘toplumsallık duygusunun’ tekâmülü doğrultusunda gelişir.