Yaşasın! Sharon, Necati’yi öptü!
25 ARALIK 2005
Kompleksimiz aslında hiç de yeni değildir. 1978 – 1981 yılları arasında Milliyet’te muhabir olarak çalışmıştım. Ünlü bir yıldız Türkiye’ye mi geliyor. Kadıncağızı ilk gördükleri yerde patlatırlardı soruyu: “Türk erkeklerini nasıl buldunuz?”... Bütün yabancı kadınların ne hikmetse bizim Türk erkeklerinin cinsel gücüne ‘hayran olduğu’ gibi bir izlenim yaratılırdı... Oysa Türk kadınları arasında yapılmış pek çok araştırma, durumumuzun hiç de öyle parlak olmadığını, bizlerin hayli bencil yaratıklar olduğumuzu ortaya koyuyordu. Ama olsun...
O zamanlar tek kanallı TRT’nin ünlü dizisi Vakıf’ın yıldızı Lynett Davis gelmişti Türkiye’ye. Biz de takip ediyoruz. Celalettin Çetin ağabeyimiz, Türker İnanoğlu’nun Maçka’daki evinde verdiği davette hepimizi atlatmış, Davis’i bir güzel öpmüştü. Sonra da resim altında Davis’in Türk erkekleri ile ilgili görüşlerine geniş yer ayrılmıştı.
Durumda bir değişiklik yok aslında. Sharon Stone, Polat Alemdar’ı öptü ya, ortalık daha doğrusu ‘bir kısım medya’ yıkılıyor... Oysa Stone, çifte kavrulmuş profesyonel. Bırak dudaktan öpüşmeyi, kadıncağıza bastır parayı, istersen ‘senaryo icabı’ ayaklarını öpsün, ya da seninle istediğin şekilde yatağa girsin...
Ama hayır. Yaratılmak istenen duygu şöyle: ‘Stone lütfedip bizim dizide oynadı. Lütfedip Polat’ı öptü. Lütfedip röportaj verdi.’ Bizimkinin açıklaması da başka alem. Sanem Altan soruyor: “Peki gerçekten hiçbir şey hissetmedin mi o sahne çekilirken?” Cevap: “Sonradan ne hissettin dediklerinde ‘Aaa hissetmeyi unuttum’ dedim. İşte o an bir daha öpüşmek istedim. Hissetme şansını kaçırmıştım çünkü. Erkeksi noktayı kaçırdım. Başka şeylerle meşgul olmaktan. O sahnenin iyi oynanması gerekiyordu, onunla ilgiliydim. Çekim bir daha olsa hissederim ama...”
Sharon’la Temel İçgüdü’de saatlerce anadan üryan sevişmiş olmasına rağmen, böyle bir açıklama ne Michael Douglas’ın aklına gelmiştir, ne de onunla röportaj yapan herhangi bir gazetecinin.
PRNet her hafta Türk basınında öne çıkan ilk 20 konuyu açıklıyor. Sharon – Necati ‘aşkı’ bu hafta 18’inci sıradaydı. Aynı konu ABD basınının gündeminde sizce kaçıncı sırada yer alıyordur? Ve neden?.. Düşünmeye değmez mi? Meraklısına bir sınav sorusu daha: Bir çok araştırma şirketi Türk halkının öncelikli gündemini yayınlıyor. Türk halkının gündemi ile Türk basınının gündemi arasında hiçbir alaka yok. Peki sizce neden?
Aslolan ‘pop klasiği’dir, ‘hit’ değil
Bir yandan Erol Evgin’i dinliyorum. Bir yandan da bizim ‘pop klasiklerini’ düşünüyorum. Ne kadar azdırlar aslında... Birileri çıkıp da, bir zamanlar Beatles’ın “Yesterday”i için yapıldığı gibi, örneğin devlet senfoni eşliğinde, Onno Tunç – Sezen Aksu klasiklerini, Melih Kibar – Çiğdem Talu – Erol Evgin üçlüsünün şaheserlerini, Nükhet Duru’nun, Nilüfer’in, Kayahan’ın, MFÖ’nün, Modern Folk’un, Hümeyra’nın, Fikret Kızılok’un, Barış Manço’nun, Leman Sam’ın, Ali Kocatepe’nin, Ajda Pekkan’ın tüm kuşakların duygu derinliklerine köprü kuran ‘ever green’lerini (her zaman yeşil kalanlar) yorumlatıp ölümsüz bir CD hazırlasa...
Erol Evgin bu yolda kendi çapında önemli bir adım atmış. 1976 – 1980 yılları arasında Talu – Kibar – Evgin üçlüsünün ürettikleri 20 eserin master bantlarını arşivlerden bulup çıkarmış. Yüksek teknoloji desteğiyle temizletmiş. Kapağı ile, içeriği ile muhteşem bir CD çıkmış ortaya. Evgin CD’yi önce, yeni açılmış olan Etiler Lounge Cafe’ye davet ettiği yakınlarına tanıttı. Mekânı da yaptığı işe, yaşam anlayışına uygun seçmişti. Nükhet Duru, Umur Talu, Hıncal Uluç, Ertekin, Arda Uskan, Faruk Bayhan, Mustafa Oğuz, Melih Kibar’ın en üretici yıllarında yanında olmuş eşi Ethel, Ruhat Mengi, Halit Kıvanç, bir çırpıda gözüme takılan Evgin dostlarıydı. Murat Evgin’in gitarı eşliğinde Erol birkaç parça söyledi. Sonra da Nükhet Duru gönül tellerine dokundu: “Gün olur da hani bir gün benden bıkarsan / Gün olur da hani bu evden çıkıp gidersen / Sanma ki senden / Senin uğruna verdiklerimden / Geriye bir şey isterim sen ayrılırken / Sanma ki senin için yaptıklarımın / Hesabı sorulacaktır senden / Beni benimle bırak giderken / Başka bir şey istemem ayrılırken / Bana bir tek beni bırak ne olur / Gerisi senin olsun...”
Biraz âmiyane, ancak her şeyi ifade eden deyişle, “Bin git!”...
Pop klasikleri, yeni kuşak pop sanatçılarına şunu öğretir aslında: Gerçek ve kalıcı bir star olmak istiyorsan asıl hedeflemen gereken ‘hit’ çıkarmak değil, ‘pop klasikleri’ arasına girecek eser yakalamak olmalı. Para kazandıracak ‘hit’ler o uğraşın sadece bir yan ürünü olabilir. Ne mutlu Erol Evgin’e ki, onca pop klasiğinin altında imzası var. Bunca yıldır sadece ‘varlık’ değil aynı zamanda ‘var’ olabilmesini buna borçlu olmalı...
VW kolayına kaçmamış
VW’in reklamlarını bir ikisinin dışında hep doğru bulmuşumdur. Genelde ithaldir bunlar. Kolay yol çünkü. Yine de evrensel bir duygusallık yakalarlar. Ama bu sefer iş değişik. Transporter Termal’in reklamı sapına kadar yerli ve sapına kadar doğru. Bir reklamı alıp tercüme edip başka ülkelerde gösteremiyorsan, bence hedef kitlesi için doğru reklamdır.
Bu reklamı da başka hiçbir ülkede gösteremezsiniz. Reklam ajansı Kangaroo. Filmi Sinan Çetin çekmiş. Sinan, sette ajansın sahibi Faruk Bil’in şoförü Ali Yaşar Kolcu’yu görmüş. Hemen almış kameranın önüne. Sadece seslendirmeyi şansa bırakmamış. Bizzat kendisi konuşmuş. “Atıyosuuun!”, “Atmıyosuuun!” muhabbeti hangi dile tercüme edilebilir ki? Son derece yalın, hedef kitlesiyle ânında bulaşabilecek, sıcacık bir reklam olmuş. Keşke aynı şeyi gazete reklamları için de söyleyebilseydik. Çok şey mi istiyoruz?..
Güzel ve hoş, ama riskli
Bizim halkımız ne hikmetse emir kipindeki mesajlardan, kendisine ‘baş öğretmen tavrı’ sergilenilmesinden pek haz etmez. “Trafik canavarı olma!” dersin; trafik kazaları artar. “Lütfen!” dersin; futboldaki şiddet olayları durmaz. Cumhurbaşkanı “O adam yalancı, onun partisine oy vermeyin” der; 1983’de yaptığı gibi gider o partiyi iktidara getirir...
Buradan bakıldığında çok şirin olmasına rağmen, Advantage kartın anti-Noel Baba reklamları risk taşıyor. “Noel babadan beklemeyin, gidin kartınızla ne istiyorsanız alın” mesajını taşıyan reklam filminde ilk ikisini yukarıda da belirttiğimiz beş ayrı riskten söz etmek mümkün: 1. Emir kipinde olması 2. Ders verir bir tonda olması 3. Genelde sempatik bir figür olan Noel Baba’yı durduk yerde karşısına alması 4. Noel Baba konusunun sadece Batı kültürü ile yetişmiş insanlarımızın ilgi alanına giriyor olması; halkın kahir çoğunluğunun Noel Baba’ya ‘ecnebi’ kalması; elinde sopayla ders veren tipin kendisinin de bir hayli ‘ecnebi’ olması 5. TV reklamıyla basın reklamları arasındaki köprünün sağlam olmaması.
Bu arada bu kampanyadaki gazete reklamlarının çok daha etkileyici olduğunu belirtmeden geçmeyelim.
İki kitapta devri âlem...
İki kitap geçti elime. İkisini de okumak zahmet istiyor. Ama hayat böyle. Katma değerli işler zordur.
Günümüz iş dünyasında rekabet insana her türlü yolu öğretiyor, denetiyor, uygulatıyor. Kaçış yok! Öyle veya böyle farklılaşmak, öne geçmek, başarılı olmak zorundayız. Aksi halde ‘nerede hata yaptık?’ demekten kendimizi alıkoyamayız. Peki bu duruma düşmemek için ne yapmak gerekiyor? Elbette dünyayı ve örnek olayları takip etmek.
Dünyaca ünlü üç pazarlama danışmanı ile Koç Üniversitesi akademisyenlerinden Lerzan Aksoy bu takip sürecinin bir ayağını sizler için yapmış. En önemli ve en çok kazanç getiren konu olan ‘müşteri sadakati’ni ele almış ve “Loyalty Myths” (Sadakat Mitleri) adında bir kitaba imza atmış. Sadece kitabın yanında gelen bilgi notundan küçük bir paragraf alıntılayacağım. Sanırım ne demek istediğini ve istediğimi anlatacak: “Yeni bir müşteri bulmak, eski müşteriyi elde tutmaktan 5 kat daha fazla masraflıdır; sadık müşteriler gerçekten şirketin reklamını yaparlar mı; uzun vade müşteri, kısa vade müşteriden daha mı önemlidir; mutlu çalışanlar, mutlu müşteriler yaratır gibi efsaneleşmiş fikirlere kesin bir dille hayır!”
İkinci kitap Merkez Kitapçılık’tan. Tuğla gibi, dedikleri türden. Enis Batur’a İclal Aydın’ı sormuşlar. O da “Edip ile muharrir arasında fark vardır” demiş. “Atlıkarıncada bir tur daha”nın yazarı İtalyan gazeteci Tiziano Terzani ikinci türe giriyor. Ama ne muharrir... Ama ne ilginç bir dünya gözlemi... Şöyle bir başladım kitaba. 2 ayda falan ancak bitiririm herhalde. Beni ilk sayfalardan feci sardı. Şiddetle tavsiye ederim.
O zamanlar tek kanallı TRT’nin ünlü dizisi Vakıf’ın yıldızı Lynett Davis gelmişti Türkiye’ye. Biz de takip ediyoruz. Celalettin Çetin ağabeyimiz, Türker İnanoğlu’nun Maçka’daki evinde verdiği davette hepimizi atlatmış, Davis’i bir güzel öpmüştü. Sonra da resim altında Davis’in Türk erkekleri ile ilgili görüşlerine geniş yer ayrılmıştı.
Durumda bir değişiklik yok aslında. Sharon Stone, Polat Alemdar’ı öptü ya, ortalık daha doğrusu ‘bir kısım medya’ yıkılıyor... Oysa Stone, çifte kavrulmuş profesyonel. Bırak dudaktan öpüşmeyi, kadıncağıza bastır parayı, istersen ‘senaryo icabı’ ayaklarını öpsün, ya da seninle istediğin şekilde yatağa girsin...
Ama hayır. Yaratılmak istenen duygu şöyle: ‘Stone lütfedip bizim dizide oynadı. Lütfedip Polat’ı öptü. Lütfedip röportaj verdi.’ Bizimkinin açıklaması da başka alem. Sanem Altan soruyor: “Peki gerçekten hiçbir şey hissetmedin mi o sahne çekilirken?” Cevap: “Sonradan ne hissettin dediklerinde ‘Aaa hissetmeyi unuttum’ dedim. İşte o an bir daha öpüşmek istedim. Hissetme şansını kaçırmıştım çünkü. Erkeksi noktayı kaçırdım. Başka şeylerle meşgul olmaktan. O sahnenin iyi oynanması gerekiyordu, onunla ilgiliydim. Çekim bir daha olsa hissederim ama...”
Sharon’la Temel İçgüdü’de saatlerce anadan üryan sevişmiş olmasına rağmen, böyle bir açıklama ne Michael Douglas’ın aklına gelmiştir, ne de onunla röportaj yapan herhangi bir gazetecinin.
PRNet her hafta Türk basınında öne çıkan ilk 20 konuyu açıklıyor. Sharon – Necati ‘aşkı’ bu hafta 18’inci sıradaydı. Aynı konu ABD basınının gündeminde sizce kaçıncı sırada yer alıyordur? Ve neden?.. Düşünmeye değmez mi? Meraklısına bir sınav sorusu daha: Bir çok araştırma şirketi Türk halkının öncelikli gündemini yayınlıyor. Türk halkının gündemi ile Türk basınının gündemi arasında hiçbir alaka yok. Peki sizce neden?
Aslolan ‘pop klasiği’dir, ‘hit’ değil
Bir yandan Erol Evgin’i dinliyorum. Bir yandan da bizim ‘pop klasiklerini’ düşünüyorum. Ne kadar azdırlar aslında... Birileri çıkıp da, bir zamanlar Beatles’ın “Yesterday”i için yapıldığı gibi, örneğin devlet senfoni eşliğinde, Onno Tunç – Sezen Aksu klasiklerini, Melih Kibar – Çiğdem Talu – Erol Evgin üçlüsünün şaheserlerini, Nükhet Duru’nun, Nilüfer’in, Kayahan’ın, MFÖ’nün, Modern Folk’un, Hümeyra’nın, Fikret Kızılok’un, Barış Manço’nun, Leman Sam’ın, Ali Kocatepe’nin, Ajda Pekkan’ın tüm kuşakların duygu derinliklerine köprü kuran ‘ever green’lerini (her zaman yeşil kalanlar) yorumlatıp ölümsüz bir CD hazırlasa...
Erol Evgin bu yolda kendi çapında önemli bir adım atmış. 1976 – 1980 yılları arasında Talu – Kibar – Evgin üçlüsünün ürettikleri 20 eserin master bantlarını arşivlerden bulup çıkarmış. Yüksek teknoloji desteğiyle temizletmiş. Kapağı ile, içeriği ile muhteşem bir CD çıkmış ortaya. Evgin CD’yi önce, yeni açılmış olan Etiler Lounge Cafe’ye davet ettiği yakınlarına tanıttı. Mekânı da yaptığı işe, yaşam anlayışına uygun seçmişti. Nükhet Duru, Umur Talu, Hıncal Uluç, Ertekin, Arda Uskan, Faruk Bayhan, Mustafa Oğuz, Melih Kibar’ın en üretici yıllarında yanında olmuş eşi Ethel, Ruhat Mengi, Halit Kıvanç, bir çırpıda gözüme takılan Evgin dostlarıydı. Murat Evgin’in gitarı eşliğinde Erol birkaç parça söyledi. Sonra da Nükhet Duru gönül tellerine dokundu: “Gün olur da hani bir gün benden bıkarsan / Gün olur da hani bu evden çıkıp gidersen / Sanma ki senden / Senin uğruna verdiklerimden / Geriye bir şey isterim sen ayrılırken / Sanma ki senin için yaptıklarımın / Hesabı sorulacaktır senden / Beni benimle bırak giderken / Başka bir şey istemem ayrılırken / Bana bir tek beni bırak ne olur / Gerisi senin olsun...”
Biraz âmiyane, ancak her şeyi ifade eden deyişle, “Bin git!”...
Pop klasikleri, yeni kuşak pop sanatçılarına şunu öğretir aslında: Gerçek ve kalıcı bir star olmak istiyorsan asıl hedeflemen gereken ‘hit’ çıkarmak değil, ‘pop klasikleri’ arasına girecek eser yakalamak olmalı. Para kazandıracak ‘hit’ler o uğraşın sadece bir yan ürünü olabilir. Ne mutlu Erol Evgin’e ki, onca pop klasiğinin altında imzası var. Bunca yıldır sadece ‘varlık’ değil aynı zamanda ‘var’ olabilmesini buna borçlu olmalı...
VW kolayına kaçmamış
VW’in reklamlarını bir ikisinin dışında hep doğru bulmuşumdur. Genelde ithaldir bunlar. Kolay yol çünkü. Yine de evrensel bir duygusallık yakalarlar. Ama bu sefer iş değişik. Transporter Termal’in reklamı sapına kadar yerli ve sapına kadar doğru. Bir reklamı alıp tercüme edip başka ülkelerde gösteremiyorsan, bence hedef kitlesi için doğru reklamdır.
Bu reklamı da başka hiçbir ülkede gösteremezsiniz. Reklam ajansı Kangaroo. Filmi Sinan Çetin çekmiş. Sinan, sette ajansın sahibi Faruk Bil’in şoförü Ali Yaşar Kolcu’yu görmüş. Hemen almış kameranın önüne. Sadece seslendirmeyi şansa bırakmamış. Bizzat kendisi konuşmuş. “Atıyosuuun!”, “Atmıyosuuun!” muhabbeti hangi dile tercüme edilebilir ki? Son derece yalın, hedef kitlesiyle ânında bulaşabilecek, sıcacık bir reklam olmuş. Keşke aynı şeyi gazete reklamları için de söyleyebilseydik. Çok şey mi istiyoruz?..
Güzel ve hoş, ama riskli
Bizim halkımız ne hikmetse emir kipindeki mesajlardan, kendisine ‘baş öğretmen tavrı’ sergilenilmesinden pek haz etmez. “Trafik canavarı olma!” dersin; trafik kazaları artar. “Lütfen!” dersin; futboldaki şiddet olayları durmaz. Cumhurbaşkanı “O adam yalancı, onun partisine oy vermeyin” der; 1983’de yaptığı gibi gider o partiyi iktidara getirir...
Buradan bakıldığında çok şirin olmasına rağmen, Advantage kartın anti-Noel Baba reklamları risk taşıyor. “Noel babadan beklemeyin, gidin kartınızla ne istiyorsanız alın” mesajını taşıyan reklam filminde ilk ikisini yukarıda da belirttiğimiz beş ayrı riskten söz etmek mümkün: 1. Emir kipinde olması 2. Ders verir bir tonda olması 3. Genelde sempatik bir figür olan Noel Baba’yı durduk yerde karşısına alması 4. Noel Baba konusunun sadece Batı kültürü ile yetişmiş insanlarımızın ilgi alanına giriyor olması; halkın kahir çoğunluğunun Noel Baba’ya ‘ecnebi’ kalması; elinde sopayla ders veren tipin kendisinin de bir hayli ‘ecnebi’ olması 5. TV reklamıyla basın reklamları arasındaki köprünün sağlam olmaması.
Bu arada bu kampanyadaki gazete reklamlarının çok daha etkileyici olduğunu belirtmeden geçmeyelim.
İki kitapta devri âlem...
İki kitap geçti elime. İkisini de okumak zahmet istiyor. Ama hayat böyle. Katma değerli işler zordur.
Günümüz iş dünyasında rekabet insana her türlü yolu öğretiyor, denetiyor, uygulatıyor. Kaçış yok! Öyle veya böyle farklılaşmak, öne geçmek, başarılı olmak zorundayız. Aksi halde ‘nerede hata yaptık?’ demekten kendimizi alıkoyamayız. Peki bu duruma düşmemek için ne yapmak gerekiyor? Elbette dünyayı ve örnek olayları takip etmek.
Dünyaca ünlü üç pazarlama danışmanı ile Koç Üniversitesi akademisyenlerinden Lerzan Aksoy bu takip sürecinin bir ayağını sizler için yapmış. En önemli ve en çok kazanç getiren konu olan ‘müşteri sadakati’ni ele almış ve “Loyalty Myths” (Sadakat Mitleri) adında bir kitaba imza atmış. Sadece kitabın yanında gelen bilgi notundan küçük bir paragraf alıntılayacağım. Sanırım ne demek istediğini ve istediğimi anlatacak: “Yeni bir müşteri bulmak, eski müşteriyi elde tutmaktan 5 kat daha fazla masraflıdır; sadık müşteriler gerçekten şirketin reklamını yaparlar mı; uzun vade müşteri, kısa vade müşteriden daha mı önemlidir; mutlu çalışanlar, mutlu müşteriler yaratır gibi efsaneleşmiş fikirlere kesin bir dille hayır!”
İkinci kitap Merkez Kitapçılık’tan. Tuğla gibi, dedikleri türden. Enis Batur’a İclal Aydın’ı sormuşlar. O da “Edip ile muharrir arasında fark vardır” demiş. “Atlıkarıncada bir tur daha”nın yazarı İtalyan gazeteci Tiziano Terzani ikinci türe giriyor. Ama ne muharrir... Ama ne ilginç bir dünya gözlemi... Şöyle bir başladım kitaba. 2 ayda falan ancak bitiririm herhalde. Beni ilk sayfalardan feci sardı. Şiddetle tavsiye ederim.