Yanılmaya hazırım
15 Mart 2005 - Marketing Türkiye
Televizyonlarda yarışma çılgınlığı bütün hızıyla devam ediyor. Sadece bizde değil tüm dünyada. Bu formatın en büyük özelliği hızla tüketilmesi. Yıllarca süren ciddî yarışma programlarından farklı bunlar. FMCG ürünlerinin tüketimi gibi. Bir başlayıp parlıyor, sonra da sönüp gidiyorlar. Sonra haydi bir yenisi...
Almanya’dan bu çılgınlığa bir örnek vermiştim. 12 erkek televizyonda kimin spermi daha hızlı diye yarışa giriyorlarmış... Laboratuar ortamına da taşınan şovda yarışmacıların verdiği sperm örneklerinden hangisi yumurtayı daha önce döllerse, o spermlerin sahibi hızın simgesi olan Porsche kazanıyormuş. Bu haberin üzerine okurlarımızdan Mustafa Taha Bey ABD’den iki örnek daha göndermiş: İlki, bizim "evlenme" yarışmalarına benziyor. Bir genç kız 12 erkek arasından birine aşık olmaya çalışıyor, aşık olursa da evleniyor. Yalnız işin ilginç yanı bu erkeklerden 6'sı gay. Bu 6 gay de normal davranıyorlar, genç kıza kur filan yapıp onu kendilerine aşık etmeye çalışıyorlar. Kız doğru erkeği bulup evlenebilecek mi, yarışma bu formatın üzerine kurulu. İkinci örnek ise gerçek babasının kim olduğunu bilmeyen bir genç kızın macerası üzerine...
Abukluk sınırı zorlanarak çeşitlenen bu yarışma programlarının ortak özelliği ömürlerinin kısa olması. Uzarsa kabak tadı veriyor. Son bir iki yıldaki bu tür yarışma programlarını hatırlayın. Tabii hatırlayabilirseniz. Yeni başlayacak olan Çırak’ı da böyle bir kader bekliyor olacak.
Orijinali ABD televizyonunda şu sıra büyük ilgi gördüğü iddia edilen The Apprentice. Yapımcısı, sunucusu, başrol oyuncusu Donald Trump. Hani emlak işleri yapan, ikide bir zor durumlara düşen, Taj Mahal adını verdiği kumarhanesi, işlettiği golf sahaları ve sevgilileri ile ünlü ABD’li ‘Big Boss’... Uzan’lar onun binasında kat satın almaları ile bir ara gündeme gelmişlerdi.
Bizde Trump’ın rolünü TÜSİAD eski başkanı, Anadolu Grubu’nun başarılı ve saygın patronlarından Tuncay Özilhan Bey üstlenmiş. HP de bilgi teknolojileri desteği sağlayacakmış...
Tahminim şu: Yarışma büyük iş yapacak. Çok izlenecek. Çok reklam alacak. Ama devamı gelmeyecek. En azından Tuncay Bey devamını getirmeyecek. Bu iş, Sayın Özilhan’ın itibarını yukarıya değil aşağıya çekecek...
Değişmez kuraldır. İletişim açısından iki marka yan yana gelirse güçlü marka verir, zayıf marka alır... Bana sorarsanız Tuncay Bey’in marka değeri Çırak’ın fersah fersah üstündedir. Sayın Özilhan’ın bu işten Trump gibi maddî bir beklentisi olamaz. Kazanan kişiyi işe alacağı için, büyük olasılıkla üstüne para da veriyor olacak. Mânen de bir çıkarı olamayacağını biliyoruz. Haydi diyelim ki olay, itibarın bir ayağı olan tanınma faktörünü yukarı çekecek. Tuncay Bey muteber kişiliğiyle gerekli çevrelerde zaten gereği kadar, hatta fazlasıyla tanınıyor. İnsan kendine sormadan edemiyor. O halde neden kabul etti bu işi? İnşallah bir gün açıklar da ben de bu işin yanlış olduğu konusundaki kanaatimde yanıldığımı kabul ederim.
ABD algılamadaki hasarı ölçüyor
Geçenlerde derginin web sitesine (www.marketingturkiye.com) bakarken tesadüfen bir haber ilişti gözüme. Hani bazen bir yere bakarken tanıdık, şaşırtıcı, farklı bir şey fark edersiniz ama ne olduğunu anlamadan kafanızı çevirirsiniz. Seçici algı sizi dürter ve kafanızı tekrar o yöne çevirirsiniz. Ya haklı çıkmışsınızdır, gördüğünüz, sandığınız doğrudur, ya da yanılmışım dersiniz. İşte sitedeki haberleri incelerken aynen bu oldu.
Gözüm diğer haberlere doğru ilerlerken “Amerika – PR - arayış” kelimeleri yan yana gelince akıllara zarar bir üçleme meydana geliverdi. Haberde kısaca şöyle diyor: “Amerika Stratejik Karargâhı (United States Strategic Command) medya analizi işini yürütecek bir PR ajansı arayışı içinde ve bunun için konkur açıyor. Toplam bütçe 90 milyon dolar”.
Haberin zamanlaması müthişti. Tam da başta ABD aydınlarının (Bkz. NPQ Türkiye Mart sonu çıkacak sayısı) dünyanın softpower (yumuşak güç) kavramını ve ABD’nin softpower’ı nasıl yönettiğini, daha doğrusu nasıl yönetemediğini tartıştığı günlere denk gelmişti.
Ne olmuştu da ABD başka ülkelerin medyasında nasıl yer aldığını, daha doğrusu nasıl algılandığını merak etmiş, bunun için yürütülecek bir medya takip ve değerlendirme çalışması için dev bir bütçe ayırmış, istediği hizmeti istihbarat örgütünden değil de bir PR ajansı aracılığı ile almaya karar vermişti?
Yanıtı aslında çok basit. ABD’nin yıllardır ayakta tutmaya çalıştığı olumlu algı , tüm dünyanın gözünde her geçen gün kan (gerçek anlamında kullanılmıştır) ve itibar kaybediyordu. Ve ABD hasarın ne kadar olduğunu ölçmeye çalışıyordu. Bilginin ve belgenin bu kadar hızlı yayıldığı bir ortamda, küresel algılanmayı NPQ editörü Nathan Gardels’in deyişiyle ‘MTV ve Hollywood’la yönetmek’ yetmiyor olmalıydı. Bakalım ölçümleme sonucu ABD’nin iletişim strateji ve taktiklerinde ne tür bir değişim göreceğiz?
Biraz provokatif olsun, ne olur?
Herkes reklamdaki kadına, arabaya ve anlatılan hikâyeye takılmış. Ben son Fiat Albea reklamında arabanın yola çıktığı sahneye takıldım. O yol neredeydi? Arkadaki görüntü Türkiye’nin neresiydi?.. Oyuncular ve garaj sahnesi bizdendi de geri kalan biraz yabancı kokuyordu. Yoksa yine ’ithal’ bir reklam mı vardı karşımızda?
Avrupa’da çok sık rastlanan, bizde de bir zamanlar gündeme gelmiş olan turizm ağırlıklı yarışma programlarında en sık sorulan soruyu anımsadım: Bu sahne ülkemizin hangi yöresinde çekilmiştir? Yollara bakınca güney bölgelerimizi çağrıştırıyordu. Arkadaki göl ya da deniz kenarındaki yerleşim bölgesi ise Güney Amerika’daki bir ülkeden olabilirdi.
Sordum soruşturdum. Sonunda buldum. Fiat’ın ajansı TBWA Adana’da çekmiş filmi. Yerleşim bölgesi ise Baraj gölü çevresindeymiş. Sadece yönetmen görüntüyü daha etkili kılmak için bir iki hoş bina eklemiş o sahneye... Beni yanıltan bu teknolojik müdahaleyi çok şirin buldum aslında. Adam belgesel çekmiyor ki. Tabii yapacak böyle numaralar. Bir de “Araba sanki Ferrari; kızın tutkulu bir şekilde Albea’ya yaklaşması abartılı diyenler” vardı. Reklam filmlerini beğenip beğenmeme noktasından eleştirmemeyi öğreneli çok oldu. Hedef kitlesine hangi duyguyu, hangi mesajı geçiriyor; markayı iş hedefine taşıyor mu? Buradan bakmak gerek. Bu nedenle reklamın konuşuluyor olması da büyük avantaj. Reklam ajansının verdiği bilgiye göre işler yolunda. Ben de pek çoğu birbirine benzemeye başlayan otomobil reklamlarının arasından sıyrılan, biraz provokatif reklamları her zaman dikkate değer bulurum. Fiat Albea da bunlardan biri.
Bu herkesin meselesi
Yeni Rakı ve Mey İçki AŞ’nin başına gelenler, uzun süre konuşulacak ve iletişim literatürüne girecek türden. Yeni Rakı Türkiye’nin en önemli markalarından biri. Yok olmasına seyirci kalmak, iletişim cinayeti gibi bir şey. İlk bakışta insanda “Geç kaldılar” duygusu uyandırıyor. Hiçbir suçları yokmuş gibi görünmesine rağmen, onca insanın ölmesi beklenmemeliydi, diyor insan. Ama görüş oluşturmadan önce işin içinde olanlara sormak gerek, diye düşündüm. Firmaya iletişim danışmanlığı hizmeti veren Türkiye’nin başarılı PR şirketlerinden Zarakol’un sahibi Necla Zarakol’a sordum. Necla Hanım bana gönderdiği elektronik postada şöyle diyordu:
“Operasyon hem çok büyük hem çok taraflı olduğu için her şeyin düzenli ve aksaksız biçimde yürümesi biraz zaman gerektirdi. Olayın patladığı gün, ölü sayısı üçtü ve münferit/polisiye olay gibi görünüyordu. Yazılı bir açıklama yapıldı, bu olayın ÖTV zamlarının sahte içki üretmeyi çok cazip hale getirmesi dolayısıyla üretimin merdiven altına kaymasından kaynaklandığı belirtildi. Mey'in bu konuda güvenlik güçlerine sayısı 100'ü bulan ihbarlar yaptığı ancak sonuç alınmadığı açıklandı.
Salı gecesi iki ölü daha olduğu ortaya çıktı, Çarşamba sabahı hemen bir toplantı yaptık ve öğle saatlerinde bir basın toplantısı düzenledik, amaç sahte rakı ile gerçeği arasındaki farklar konusunda basını bilgilendirmekti.
Perşembe günü İzmir'de Ege basını ile buluşmamız vardı, onu da ertelemedik ve yine basının karşısına çıkıp her türlü yanıtı verdik. O sırada Mey İçki'nin sahadaki elemanları olayın boyutunu anlamaya çalışıyorlardı, piyasada kaç şişe var, bunlarla ilgili bir karar alınırsa yerine ne konacak, şişe ve kapak üretimi kaç günde tamamlanabilir? Raftan ürünler çekilirse ne olur gibi çalışmalar yapıldı.
Cuma günü, Yönetim Kurulu'na olaya kayıtsız kalmanın ya da ürünü geri çağırmanın maliyeti sunuldu, bir yandan da bu işin lojistiği hazırlandı, (gazete ilanları/açıklama metni/soru cevap metinleri). Çok büyük bir operasyon söz konusuydu. Türkiye'nin her yanına dağılmış 3-3,5 milyon şişeyi konuşuyorduk. Bu arada 5 fabrikada ‘sıkıyönetim’ ilan edildi. 24 saat aralıksız üretime geçmeleri sağlandı, kapaklar sipariş edildi ve şişeler sağlandı.
Pazartesi sabahı, 10 Mart'tan itibaren yeni ürünlerin piyasaya verileceği ve her gün belli miktarda yeni kapaklı ürün verilebileceği anlaşılınca öğle saatlerinde radikal karar açıklandı. Bu şirkete çok büyük maliyeti olan bir karar. 4 ortaklı bir konsorsiyum tarafından özelleştirme çerçevesinde satın alınan ve yönetilen bir şirketin dört ortağının aynı fikirde buluşması ve böyle bir kararı yürürlüğe koyması açısından bir haftalık süre hiç de uzun değil. Üstelik ürün değişimi için 10 Mart da beklenmedi. Dün İstanbul'daki iki ana depoya yeni ürün indirildi ve bugün de (9 Mart) alt depolara dağıtım başladı.”
İşin içinden bakılınca görünen manzara bu. Mey, kendi sağlam ürünlerini (gümüş kapaklı) piyasadan çekince sahteleri de ortaya çıkmış olacak. Yeni piyasaya sürülenler ise hem altın renginde hem de seri numaralı olacakmış. Şimdi Mey’den beklenen bir şey daha var: Basına sık sık, birinci elden, doğru ve en sağlıklı bilgilerin akmasını sağlamak ve krizin soğumasını fazla beklemeden ciddî bir relansman kampanyasıyla bu muhteşem markayı kurtarmak. Çünkü Yeni Rakı sadece Mey’in değil Türkiye’nin markası. Mesele hepimizin meselesi...
Almanya’dan bu çılgınlığa bir örnek vermiştim. 12 erkek televizyonda kimin spermi daha hızlı diye yarışa giriyorlarmış... Laboratuar ortamına da taşınan şovda yarışmacıların verdiği sperm örneklerinden hangisi yumurtayı daha önce döllerse, o spermlerin sahibi hızın simgesi olan Porsche kazanıyormuş. Bu haberin üzerine okurlarımızdan Mustafa Taha Bey ABD’den iki örnek daha göndermiş: İlki, bizim "evlenme" yarışmalarına benziyor. Bir genç kız 12 erkek arasından birine aşık olmaya çalışıyor, aşık olursa da evleniyor. Yalnız işin ilginç yanı bu erkeklerden 6'sı gay. Bu 6 gay de normal davranıyorlar, genç kıza kur filan yapıp onu kendilerine aşık etmeye çalışıyorlar. Kız doğru erkeği bulup evlenebilecek mi, yarışma bu formatın üzerine kurulu. İkinci örnek ise gerçek babasının kim olduğunu bilmeyen bir genç kızın macerası üzerine...
Abukluk sınırı zorlanarak çeşitlenen bu yarışma programlarının ortak özelliği ömürlerinin kısa olması. Uzarsa kabak tadı veriyor. Son bir iki yıldaki bu tür yarışma programlarını hatırlayın. Tabii hatırlayabilirseniz. Yeni başlayacak olan Çırak’ı da böyle bir kader bekliyor olacak.
Orijinali ABD televizyonunda şu sıra büyük ilgi gördüğü iddia edilen The Apprentice. Yapımcısı, sunucusu, başrol oyuncusu Donald Trump. Hani emlak işleri yapan, ikide bir zor durumlara düşen, Taj Mahal adını verdiği kumarhanesi, işlettiği golf sahaları ve sevgilileri ile ünlü ABD’li ‘Big Boss’... Uzan’lar onun binasında kat satın almaları ile bir ara gündeme gelmişlerdi.
Bizde Trump’ın rolünü TÜSİAD eski başkanı, Anadolu Grubu’nun başarılı ve saygın patronlarından Tuncay Özilhan Bey üstlenmiş. HP de bilgi teknolojileri desteği sağlayacakmış...
Tahminim şu: Yarışma büyük iş yapacak. Çok izlenecek. Çok reklam alacak. Ama devamı gelmeyecek. En azından Tuncay Bey devamını getirmeyecek. Bu iş, Sayın Özilhan’ın itibarını yukarıya değil aşağıya çekecek...
Değişmez kuraldır. İletişim açısından iki marka yan yana gelirse güçlü marka verir, zayıf marka alır... Bana sorarsanız Tuncay Bey’in marka değeri Çırak’ın fersah fersah üstündedir. Sayın Özilhan’ın bu işten Trump gibi maddî bir beklentisi olamaz. Kazanan kişiyi işe alacağı için, büyük olasılıkla üstüne para da veriyor olacak. Mânen de bir çıkarı olamayacağını biliyoruz. Haydi diyelim ki olay, itibarın bir ayağı olan tanınma faktörünü yukarı çekecek. Tuncay Bey muteber kişiliğiyle gerekli çevrelerde zaten gereği kadar, hatta fazlasıyla tanınıyor. İnsan kendine sormadan edemiyor. O halde neden kabul etti bu işi? İnşallah bir gün açıklar da ben de bu işin yanlış olduğu konusundaki kanaatimde yanıldığımı kabul ederim.
ABD algılamadaki hasarı ölçüyor
Geçenlerde derginin web sitesine (www.marketingturkiye.com) bakarken tesadüfen bir haber ilişti gözüme. Hani bazen bir yere bakarken tanıdık, şaşırtıcı, farklı bir şey fark edersiniz ama ne olduğunu anlamadan kafanızı çevirirsiniz. Seçici algı sizi dürter ve kafanızı tekrar o yöne çevirirsiniz. Ya haklı çıkmışsınızdır, gördüğünüz, sandığınız doğrudur, ya da yanılmışım dersiniz. İşte sitedeki haberleri incelerken aynen bu oldu.
Gözüm diğer haberlere doğru ilerlerken “Amerika – PR - arayış” kelimeleri yan yana gelince akıllara zarar bir üçleme meydana geliverdi. Haberde kısaca şöyle diyor: “Amerika Stratejik Karargâhı (United States Strategic Command) medya analizi işini yürütecek bir PR ajansı arayışı içinde ve bunun için konkur açıyor. Toplam bütçe 90 milyon dolar”.
Haberin zamanlaması müthişti. Tam da başta ABD aydınlarının (Bkz. NPQ Türkiye Mart sonu çıkacak sayısı) dünyanın softpower (yumuşak güç) kavramını ve ABD’nin softpower’ı nasıl yönettiğini, daha doğrusu nasıl yönetemediğini tartıştığı günlere denk gelmişti.
Ne olmuştu da ABD başka ülkelerin medyasında nasıl yer aldığını, daha doğrusu nasıl algılandığını merak etmiş, bunun için yürütülecek bir medya takip ve değerlendirme çalışması için dev bir bütçe ayırmış, istediği hizmeti istihbarat örgütünden değil de bir PR ajansı aracılığı ile almaya karar vermişti?
Yanıtı aslında çok basit. ABD’nin yıllardır ayakta tutmaya çalıştığı olumlu algı , tüm dünyanın gözünde her geçen gün kan (gerçek anlamında kullanılmıştır) ve itibar kaybediyordu. Ve ABD hasarın ne kadar olduğunu ölçmeye çalışıyordu. Bilginin ve belgenin bu kadar hızlı yayıldığı bir ortamda, küresel algılanmayı NPQ editörü Nathan Gardels’in deyişiyle ‘MTV ve Hollywood’la yönetmek’ yetmiyor olmalıydı. Bakalım ölçümleme sonucu ABD’nin iletişim strateji ve taktiklerinde ne tür bir değişim göreceğiz?
Biraz provokatif olsun, ne olur?
Herkes reklamdaki kadına, arabaya ve anlatılan hikâyeye takılmış. Ben son Fiat Albea reklamında arabanın yola çıktığı sahneye takıldım. O yol neredeydi? Arkadaki görüntü Türkiye’nin neresiydi?.. Oyuncular ve garaj sahnesi bizdendi de geri kalan biraz yabancı kokuyordu. Yoksa yine ’ithal’ bir reklam mı vardı karşımızda?
Avrupa’da çok sık rastlanan, bizde de bir zamanlar gündeme gelmiş olan turizm ağırlıklı yarışma programlarında en sık sorulan soruyu anımsadım: Bu sahne ülkemizin hangi yöresinde çekilmiştir? Yollara bakınca güney bölgelerimizi çağrıştırıyordu. Arkadaki göl ya da deniz kenarındaki yerleşim bölgesi ise Güney Amerika’daki bir ülkeden olabilirdi.
Sordum soruşturdum. Sonunda buldum. Fiat’ın ajansı TBWA Adana’da çekmiş filmi. Yerleşim bölgesi ise Baraj gölü çevresindeymiş. Sadece yönetmen görüntüyü daha etkili kılmak için bir iki hoş bina eklemiş o sahneye... Beni yanıltan bu teknolojik müdahaleyi çok şirin buldum aslında. Adam belgesel çekmiyor ki. Tabii yapacak böyle numaralar. Bir de “Araba sanki Ferrari; kızın tutkulu bir şekilde Albea’ya yaklaşması abartılı diyenler” vardı. Reklam filmlerini beğenip beğenmeme noktasından eleştirmemeyi öğreneli çok oldu. Hedef kitlesine hangi duyguyu, hangi mesajı geçiriyor; markayı iş hedefine taşıyor mu? Buradan bakmak gerek. Bu nedenle reklamın konuşuluyor olması da büyük avantaj. Reklam ajansının verdiği bilgiye göre işler yolunda. Ben de pek çoğu birbirine benzemeye başlayan otomobil reklamlarının arasından sıyrılan, biraz provokatif reklamları her zaman dikkate değer bulurum. Fiat Albea da bunlardan biri.
Bu herkesin meselesi
Yeni Rakı ve Mey İçki AŞ’nin başına gelenler, uzun süre konuşulacak ve iletişim literatürüne girecek türden. Yeni Rakı Türkiye’nin en önemli markalarından biri. Yok olmasına seyirci kalmak, iletişim cinayeti gibi bir şey. İlk bakışta insanda “Geç kaldılar” duygusu uyandırıyor. Hiçbir suçları yokmuş gibi görünmesine rağmen, onca insanın ölmesi beklenmemeliydi, diyor insan. Ama görüş oluşturmadan önce işin içinde olanlara sormak gerek, diye düşündüm. Firmaya iletişim danışmanlığı hizmeti veren Türkiye’nin başarılı PR şirketlerinden Zarakol’un sahibi Necla Zarakol’a sordum. Necla Hanım bana gönderdiği elektronik postada şöyle diyordu:
“Operasyon hem çok büyük hem çok taraflı olduğu için her şeyin düzenli ve aksaksız biçimde yürümesi biraz zaman gerektirdi. Olayın patladığı gün, ölü sayısı üçtü ve münferit/polisiye olay gibi görünüyordu. Yazılı bir açıklama yapıldı, bu olayın ÖTV zamlarının sahte içki üretmeyi çok cazip hale getirmesi dolayısıyla üretimin merdiven altına kaymasından kaynaklandığı belirtildi. Mey'in bu konuda güvenlik güçlerine sayısı 100'ü bulan ihbarlar yaptığı ancak sonuç alınmadığı açıklandı.
Salı gecesi iki ölü daha olduğu ortaya çıktı, Çarşamba sabahı hemen bir toplantı yaptık ve öğle saatlerinde bir basın toplantısı düzenledik, amaç sahte rakı ile gerçeği arasındaki farklar konusunda basını bilgilendirmekti.
Perşembe günü İzmir'de Ege basını ile buluşmamız vardı, onu da ertelemedik ve yine basının karşısına çıkıp her türlü yanıtı verdik. O sırada Mey İçki'nin sahadaki elemanları olayın boyutunu anlamaya çalışıyorlardı, piyasada kaç şişe var, bunlarla ilgili bir karar alınırsa yerine ne konacak, şişe ve kapak üretimi kaç günde tamamlanabilir? Raftan ürünler çekilirse ne olur gibi çalışmalar yapıldı.
Cuma günü, Yönetim Kurulu'na olaya kayıtsız kalmanın ya da ürünü geri çağırmanın maliyeti sunuldu, bir yandan da bu işin lojistiği hazırlandı, (gazete ilanları/açıklama metni/soru cevap metinleri). Çok büyük bir operasyon söz konusuydu. Türkiye'nin her yanına dağılmış 3-3,5 milyon şişeyi konuşuyorduk. Bu arada 5 fabrikada ‘sıkıyönetim’ ilan edildi. 24 saat aralıksız üretime geçmeleri sağlandı, kapaklar sipariş edildi ve şişeler sağlandı.
Pazartesi sabahı, 10 Mart'tan itibaren yeni ürünlerin piyasaya verileceği ve her gün belli miktarda yeni kapaklı ürün verilebileceği anlaşılınca öğle saatlerinde radikal karar açıklandı. Bu şirkete çok büyük maliyeti olan bir karar. 4 ortaklı bir konsorsiyum tarafından özelleştirme çerçevesinde satın alınan ve yönetilen bir şirketin dört ortağının aynı fikirde buluşması ve böyle bir kararı yürürlüğe koyması açısından bir haftalık süre hiç de uzun değil. Üstelik ürün değişimi için 10 Mart da beklenmedi. Dün İstanbul'daki iki ana depoya yeni ürün indirildi ve bugün de (9 Mart) alt depolara dağıtım başladı.”
İşin içinden bakılınca görünen manzara bu. Mey, kendi sağlam ürünlerini (gümüş kapaklı) piyasadan çekince sahteleri de ortaya çıkmış olacak. Yeni piyasaya sürülenler ise hem altın renginde hem de seri numaralı olacakmış. Şimdi Mey’den beklenen bir şey daha var: Basına sık sık, birinci elden, doğru ve en sağlıklı bilgilerin akmasını sağlamak ve krizin soğumasını fazla beklemeden ciddî bir relansman kampanyasıyla bu muhteşem markayı kurtarmak. Çünkü Yeni Rakı sadece Mey’in değil Türkiye’nin markası. Mesele hepimizin meselesi...