Yaşasın Kabak !..
06 nisan 2024 yeni şafak
Tarihte pek çok örneği vardır..
‘Acı reçete nasıl hedef kitleye kabullendirilecek?’, ‘Nasıl en olumsuz koşullar kabul edilecek?’ gibi soruların yanıtları, ilişki ve iletişim yönetiminde gizlidir.
Bunu en iyi anlatan örneklerden biri Çin'de yaşanmış. Çin Komünist Partisi’nin Çan Kay-Şek güçlerinden kaçma kararıyla, ülkenin doğusundan batısına doğru, tarihe ‘Uzun Yürüyüş’ olarak geçen 13 bin kilometrelik kaçış harekâtında askerlerin beslenmesi büyük sorun oluşturur. 100 bin kişilik küçük bir grubu önden göndererek, ‘en hızlı yetişen sebze’ olduğu söylenen kabak ektirirler. Milyonlarca kişilik ordu da arkadan gelerek o kabakları toplar, pişirir ve yer.
Yıllarca, sürekli kabak yerler... Sonrasında Mao Zedung'a, “Başkan, orduda bir kıpırdanma var, kabak yemekten mutsuzlar” mesajı verilir. Mao Zedung da Merkez Komitesi’ni toplar ve uzun uzun tartışırlar. Sabah, her yerde aynı slogan görülür: “Yaşasın devrim, yaşasın kabak!”
Bunun üzerine, bir 7 sene daha hiç şikayet etmeden kabak yedikleri söylenir...
Bu tabii ki çok uç bir örnek... Başka örnekler de var...
En zor durumların iletişim ve ilişki boyutunda nasıl yönetildiğini o örneklerde görmek mümkün.
O zaman Yarbay rütbesindeki Mustafa Kemal’in, Çanakkale'de, ölüm kalım çizgisinde askerlere “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” dediği o ünlü konuşması hâlâ akıllardadır. O ortamda Mustafa Kemal'in böyle bir konuşma yapması ve askerleri inanılmaz bir inanç ve güç birliğine taşıması unutulmaz bir algılama yönetimi uygulamasıdır.
Benzer bir iletişim örneği olarak; 1. ve 2. Dünya Savaşları sırasında Churchill'in İngiltere'de izlediği iletişim stratejileri gösterilebilir. O da aynı yönde 13 Mayıs 1940 yılında Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada topluma ‘kan, mücadele, gözyaşı ve ter’ vadetmişti.
Ama o şekilde vadetmiştir ki, insanlar ikna olmuşlar, motivasyonları yükseltmişti.
Şimdi bir de Türkiye'deki duruma bakmakta yarar var...
Türkiye içinden geçtiği ekonomik sorunlar nedeniyle ciddi bir çelişki yaşamakta...
Bu çelişkiyi şöyle ifade edebiliriz: Makro göstergelerde tüm olumsuz etkilere rağmen pozitif bir gelişme yaşanmakta.
Tüm olumsuzluklara rağmen derken kastımız nedir?
Türkiye'nin üzerinden pandemi geçmiştir. Çok başarılı bir yönetim sergilenmesine rağmen izleri hâlâ devam etmektedir. Hem ekonomik hem de sosyal alanda...
Ve arkasından çağın en büyük, en vahim depremlerinden biri, 50.000 kişinin vefat ettiği Güneydoğu'daki deprem yaşanmıştır. Ekonomiye yükünün, 103 milyar dolar olduğu söylenmektedir.
2018'deki Londra kökenli finans darbesini ve diğer spekülasyonları hiç saymıyorum...
Bütün bunları bir arada düşünmek gerekir...
Tabii bunun kökeninde ne yattığı da son derece önemli.. Türkiye'nin birdenbire başını kaldırması. Ambargolar.. CAATSA (ABD'nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası) kararları.. Milli Savunma Sanayi ile Milli Enerji ve Maden Politikası, emperyal güçlerde haddini aştığı algısı yaratmıştır.
Bütün bu koşullar sonucu Türkiye'de enflasyon, özellikle gıda enflasyonu uçmuştur.
Başta söylediğimizin altını bir kez daha çizelim:
Makro ekonomik göstergeler hayli olumlu seyretmektedir. Örneğin; dış ticaret açığı, ithalat ve ihracat arasındaki açık giderek kapanmaktadır. İşsizlikte iyileşme görülmektedir. Türkiye’nin kredi notu yükselmekte, risk puanı ise düşmektedir.
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’da pozitif gelişme var. Türkiye ekonomisi 2023’te yüzde 4,5 oranında büyüme kaydetti. Büyüme hâlâ da pozitif yönde seyretmekte... Öte yandan bütün bu olumlu gelişmelerin halka yansımasını engelleyen ‘Yapışkan Enflasyon’ denen bir durum var. Enflasyon mart ayında aylık bazda yüzde 3,16 oranında arttı, yıllık bazda % 68,50'ye yükseldi.
Kontrol altında olduğu ifade edilen bu enflasyon oranları, Orta Vadeli Program’a göre daha da artacak. Haziran'dan sonra ise düşüş başlayacak.
Şimdi de olayın iletişim boyutuna göz atalım, iletişim Türkiye'de veriler üzerinden rasyonel bir temelde yürütülmekte... Merkez Bankası, Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın yaptığı açıklamalar hakikati yansıtmakta. Aylar öncesinden ortaya konan stratejiler gayet akıllıca yönetilmekte..
Ama iletişim ve algılama yönetimi boyutu tabii ki bu demek değil...
İletişimin tek amacı, yukarıdaki örneklerde belirttiğimiz gibi, iknadır.
İknada iki temel unsur üzerinde varlığını sürdürebilir: Vaat ve Güven
Vaat ve güveni, akıllı iletişim teknikleriyle uygularsanız o zaman en olumsuz koşulları bile lehinize çevirme şansınız oluşabilir... Örneğin, Pragma Araştırma ve Danışmanlık’ın 2019 yılında yaptığı bir araştırma var. Soruyorlar, “Ramazan deyince aklınıza gelen ilk gıda ürünü hangisidir?”
Birinci sırada ne pide çıkıyor, ne de hurma. İpi, ABD menşeli bir gazlı içecek göğüslüyor. Hissedarları arasında yok yok... Teneke kutularının cidarında kanserojen madde bulunduğu ve obez yaptığı iddia edilen o gazlı içecek % 33 oranla birinci sırada çıkıyor... İkinci sırada ise % 8 ile yerli ve millî bir süt ürünleri firması geliyor.
“Ramazan’da en çok tercih edilen içecek” sorusuna yanıt veren katılımcılar, ABD’li gazlı içeceği % 64 oranı ile yine birinci sıraya yerleştirmişler.
Onca negatif unsuru barındıran, Hristiyan bir ülkenin neredeyse simgesi haline gelmiş bir içeceğin İslamiyet'in en önemli, en mübarek kutsalı, Ramazan ayı ile özleşleşmesi hayli şaşırtıcı değil mi?
Aslında gerçeklere dayalı, olumlu durumların iletişim boyutuyla benimsenmesinin sağlanması çok daha kolay ve amaca uygundur.
Türkiye ekonomisiyle ilgili durum anlatılırken oyunu kuralına göre oynamak yeterlidir. Diğer bir ifade ile makro rakamlardaki olumlu gelişmenin, belli bir vadede halka yansıyacağını anlatmak önemli bir iletişim hedefi olarak belirlenebilir.
Bu şans, ekonomiyi yönetenler için hâlâ mevcuttur.
Günün sözü
‘‘Algılar gerçektir, çünkü insanlar ona inanırlar"”
Elfyn Thomas / William H. Willimon
‘Acı reçete nasıl hedef kitleye kabullendirilecek?’, ‘Nasıl en olumsuz koşullar kabul edilecek?’ gibi soruların yanıtları, ilişki ve iletişim yönetiminde gizlidir.
Bunu en iyi anlatan örneklerden biri Çin'de yaşanmış. Çin Komünist Partisi’nin Çan Kay-Şek güçlerinden kaçma kararıyla, ülkenin doğusundan batısına doğru, tarihe ‘Uzun Yürüyüş’ olarak geçen 13 bin kilometrelik kaçış harekâtında askerlerin beslenmesi büyük sorun oluşturur. 100 bin kişilik küçük bir grubu önden göndererek, ‘en hızlı yetişen sebze’ olduğu söylenen kabak ektirirler. Milyonlarca kişilik ordu da arkadan gelerek o kabakları toplar, pişirir ve yer.
Yıllarca, sürekli kabak yerler... Sonrasında Mao Zedung'a, “Başkan, orduda bir kıpırdanma var, kabak yemekten mutsuzlar” mesajı verilir. Mao Zedung da Merkez Komitesi’ni toplar ve uzun uzun tartışırlar. Sabah, her yerde aynı slogan görülür: “Yaşasın devrim, yaşasın kabak!”
Bunun üzerine, bir 7 sene daha hiç şikayet etmeden kabak yedikleri söylenir...
Bu tabii ki çok uç bir örnek... Başka örnekler de var...
En zor durumların iletişim ve ilişki boyutunda nasıl yönetildiğini o örneklerde görmek mümkün.
O zaman Yarbay rütbesindeki Mustafa Kemal’in, Çanakkale'de, ölüm kalım çizgisinde askerlere “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” dediği o ünlü konuşması hâlâ akıllardadır. O ortamda Mustafa Kemal'in böyle bir konuşma yapması ve askerleri inanılmaz bir inanç ve güç birliğine taşıması unutulmaz bir algılama yönetimi uygulamasıdır.
Benzer bir iletişim örneği olarak; 1. ve 2. Dünya Savaşları sırasında Churchill'in İngiltere'de izlediği iletişim stratejileri gösterilebilir. O da aynı yönde 13 Mayıs 1940 yılında Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada topluma ‘kan, mücadele, gözyaşı ve ter’ vadetmişti.
Ama o şekilde vadetmiştir ki, insanlar ikna olmuşlar, motivasyonları yükseltmişti.
Şimdi bir de Türkiye'deki duruma bakmakta yarar var...
Türkiye içinden geçtiği ekonomik sorunlar nedeniyle ciddi bir çelişki yaşamakta...
Bu çelişkiyi şöyle ifade edebiliriz: Makro göstergelerde tüm olumsuz etkilere rağmen pozitif bir gelişme yaşanmakta.
Tüm olumsuzluklara rağmen derken kastımız nedir?
Türkiye'nin üzerinden pandemi geçmiştir. Çok başarılı bir yönetim sergilenmesine rağmen izleri hâlâ devam etmektedir. Hem ekonomik hem de sosyal alanda...
Ve arkasından çağın en büyük, en vahim depremlerinden biri, 50.000 kişinin vefat ettiği Güneydoğu'daki deprem yaşanmıştır. Ekonomiye yükünün, 103 milyar dolar olduğu söylenmektedir.
2018'deki Londra kökenli finans darbesini ve diğer spekülasyonları hiç saymıyorum...
Bütün bunları bir arada düşünmek gerekir...
Tabii bunun kökeninde ne yattığı da son derece önemli.. Türkiye'nin birdenbire başını kaldırması. Ambargolar.. CAATSA (ABD'nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası) kararları.. Milli Savunma Sanayi ile Milli Enerji ve Maden Politikası, emperyal güçlerde haddini aştığı algısı yaratmıştır.
Bütün bu koşullar sonucu Türkiye'de enflasyon, özellikle gıda enflasyonu uçmuştur.
Başta söylediğimizin altını bir kez daha çizelim:
Makro ekonomik göstergeler hayli olumlu seyretmektedir. Örneğin; dış ticaret açığı, ithalat ve ihracat arasındaki açık giderek kapanmaktadır. İşsizlikte iyileşme görülmektedir. Türkiye’nin kredi notu yükselmekte, risk puanı ise düşmektedir.
Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’da pozitif gelişme var. Türkiye ekonomisi 2023’te yüzde 4,5 oranında büyüme kaydetti. Büyüme hâlâ da pozitif yönde seyretmekte... Öte yandan bütün bu olumlu gelişmelerin halka yansımasını engelleyen ‘Yapışkan Enflasyon’ denen bir durum var. Enflasyon mart ayında aylık bazda yüzde 3,16 oranında arttı, yıllık bazda % 68,50'ye yükseldi.
Kontrol altında olduğu ifade edilen bu enflasyon oranları, Orta Vadeli Program’a göre daha da artacak. Haziran'dan sonra ise düşüş başlayacak.
Şimdi de olayın iletişim boyutuna göz atalım, iletişim Türkiye'de veriler üzerinden rasyonel bir temelde yürütülmekte... Merkez Bankası, Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın yaptığı açıklamalar hakikati yansıtmakta. Aylar öncesinden ortaya konan stratejiler gayet akıllıca yönetilmekte..
Ama iletişim ve algılama yönetimi boyutu tabii ki bu demek değil...
İletişimin tek amacı, yukarıdaki örneklerde belirttiğimiz gibi, iknadır.
İknada iki temel unsur üzerinde varlığını sürdürebilir: Vaat ve Güven
Vaat ve güveni, akıllı iletişim teknikleriyle uygularsanız o zaman en olumsuz koşulları bile lehinize çevirme şansınız oluşabilir... Örneğin, Pragma Araştırma ve Danışmanlık’ın 2019 yılında yaptığı bir araştırma var. Soruyorlar, “Ramazan deyince aklınıza gelen ilk gıda ürünü hangisidir?”
Birinci sırada ne pide çıkıyor, ne de hurma. İpi, ABD menşeli bir gazlı içecek göğüslüyor. Hissedarları arasında yok yok... Teneke kutularının cidarında kanserojen madde bulunduğu ve obez yaptığı iddia edilen o gazlı içecek % 33 oranla birinci sırada çıkıyor... İkinci sırada ise % 8 ile yerli ve millî bir süt ürünleri firması geliyor.
“Ramazan’da en çok tercih edilen içecek” sorusuna yanıt veren katılımcılar, ABD’li gazlı içeceği % 64 oranı ile yine birinci sıraya yerleştirmişler.
Onca negatif unsuru barındıran, Hristiyan bir ülkenin neredeyse simgesi haline gelmiş bir içeceğin İslamiyet'in en önemli, en mübarek kutsalı, Ramazan ayı ile özleşleşmesi hayli şaşırtıcı değil mi?
Aslında gerçeklere dayalı, olumlu durumların iletişim boyutuyla benimsenmesinin sağlanması çok daha kolay ve amaca uygundur.
Türkiye ekonomisiyle ilgili durum anlatılırken oyunu kuralına göre oynamak yeterlidir. Diğer bir ifade ile makro rakamlardaki olumlu gelişmenin, belli bir vadede halka yansıyacağını anlatmak önemli bir iletişim hedefi olarak belirlenebilir.
Bu şans, ekonomiyi yönetenler için hâlâ mevcuttur.
Günün sözü
‘‘Algılar gerçektir, çünkü insanlar ona inanırlar"”
Elfyn Thomas / William H. Willimon