Yaygın hata hak mıdır?
28 OCAK 2012
Katıldığım bir yönetim kurulu toplantısında Yüksel Müşavirlik’in patronu Abbas Yüksel, Mecelle’ye atıfta bulunarak şu anlamlı deyişi nakletti:
“Yaygın hata, hata değil haktır.”
Sonra da ekledi: “Ancak Mecelle kalkalı bildiğiniz gibi çok oldu.”
Mecelle’nin bu kaidesi perakende sektürünün bir kısmı için hâlâ geçerli sanki. Önce hikayeyi anlatalım: Türkiye’nin büyük yemek çeki firmalarının cirosunun yaklaşık 500 milyon TL olduğu tahmin ediliyor. Bu çeklerin, -adı üstünde- sadece yemek için kullanılması lazım. Oysa resmen yasak olmasına rağmen pekçok orta ve küçük boy markette alışveriş için de kullanılıyor. (Yaygın hata: 1)
Bu çeklerin büyük süper marketlerde kullanılmasını pek istemiyorlarmış; çünkü birazdan anlatacağımız ve haksız olduğu izlenimi yaratan kazanç ayyuka çıkarsa işler bozulurmuş. Yani küçük yerel marketlerde durum idare ediliyormuş. (Yaygın hata: 2)
Bir de işin KDV boyutu var. Yemek çekleri % 8 KDV ile veriliyor. (Hatta akıllı kartlara dolduruluyor.) Oysa çeklerle beyaz eşyadan takım elbiseye, cam eşyadan deterjana %18 KDV’ye tabi olarak ürün satışı da yapılabiliyor. Ortada %10’luk ya da hadi diyelim ki paçal olarak %7’lik bir KDV farkı var. Öte yandan bu çeklerin internette de ödeme aracı olarak kabul edildiği biliniyor. Marketlerin bazı bölgelerde cirolarının %15’ini yemek çekleri aracılığıyla karşıladığı da bir gerçek. Oluşan toplam haksız rekabet miktarının 300 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu arada %yüzde 7’lik KDV farkı ne oluyor dersiniz? Buharlaşıyor. (Yaygın hata: 3)
Bu uygulamada alan da veren de memnun. Milyonlarca insanı ilgilendirdiği için olmalı, devlet de pek sesini çıkarmıyor. (Yaygın hata: 4)
Peki, çözüm nedir?
Yeni Türk Ticaret Kanunu’na hazırlanan modern Türkiye’de böyle ‘antin kuntin’ işlere yer olmamalı; ya da çeklerin yemek dışı kullanımını serbest bırakılmalı. Ya da beşinci bir yaygın hataya izin verilmeli; çaktırmadan bu tür alışveriş, bütün marketlere yayılmalı ve haksız rekabet ortadan kaldırılmalı.
Türkiye, Zizek’i de şaşırtmış.
Dünyanın en tanınmış felsefecisi Slavoj Zizek de farkına varmış; diyor ki Hürriyet muhabiri Cansu Çamlıbel’e verdiği röportajda:
‘Yanılıyorsam beni düzeltin. AB üyeliğini isteyenler neo-liberal İslamcılar; şüpheyle yaklaşanlar daha ulusalcı bir çizgi izleyen Kemalistler değil mi?”
Zizek, ‘Batılı mıyız yoksa Doğulu muyuz?” diye soran ve düşünen herkesin, Türkiye’nin neredeyse bin yıllık meselesinde henüz tespit anlamında bile ortak paydalarda buluşulamadığını nereden bilecek? El yordamıyla dokunup geçtiği bu tespit, ‘Türkiye’de sağın sol, solun da sağ’ olduğunu anlatmaya çalışan merhum Prof. Dr. İdris Küçükömer’in ya da tarihsel gerçekçi bakış açısıyla ‘devlet’ mekanizmasını çözümleme gayreti içinde olmuş rahmetli Kemal Tahir’in fikir fantezileri olarak görülüp de sürekli es geçilen bizim en büyük gerçeğimizin dışa vurumudur.
Emek-sermaye kutuplarının arasındaki karşıtlığın dünyayı kasıp kavurduğu asırda başka kavramlarla tanışan ve de boğuşan (örneğin alaturka-alafranga çelişkisi) ve günümüze kadar da hiçbir Batılı merkezin hesabına kitabına sığdıramadığı Türkiye, dünyayı da, Zizek’i de şaşırtmaya devam edecek gibi görünüyor.
‘Yeni-Osmanlıcılık ancak Ermenileri ve Kürtleri kucaklamakla olur’ derken biraz dersini çalışmış gibi görünüyor ama bana kalırsa ondan nihayetinde de bir ‘popüler felsefeci’ olarak kültürel kodlarımızı bizim adımıza çözmesini bekleyemeyiz. Osmanlıyı bitirenin ‘fazla tolerans’ olduğu yolundaki tespitine de, altüst olmuş Ortadoğu’da Türkiye’nin devlet olarak sivrilmesini doğal gördüğü yolundaki beyanlarına da “Bütün fikirler muhteremdir. Zizek’in fikirleri daha da muhteremdir” diyerek yaklaşmalıyız herhalde. Diğer yandan, biz biz olalım, kavranması sanıldığı kadar kolay olmayan girift ve devasa yapısıyla Osmanlı devlet geleneğini, bir nefeste ciğerlerine aktardığını hayalleyen biraz post modernist, biraz çıtırbom, biraz da müzmin muhalif entelektüel bireyin kafasındaki ‘devlet’e indirgemeye haşa kalkışmayalım...
“Yaygın hata, hata değil haktır.”
Sonra da ekledi: “Ancak Mecelle kalkalı bildiğiniz gibi çok oldu.”
Mecelle’nin bu kaidesi perakende sektürünün bir kısmı için hâlâ geçerli sanki. Önce hikayeyi anlatalım: Türkiye’nin büyük yemek çeki firmalarının cirosunun yaklaşık 500 milyon TL olduğu tahmin ediliyor. Bu çeklerin, -adı üstünde- sadece yemek için kullanılması lazım. Oysa resmen yasak olmasına rağmen pekçok orta ve küçük boy markette alışveriş için de kullanılıyor. (Yaygın hata: 1)
Bu çeklerin büyük süper marketlerde kullanılmasını pek istemiyorlarmış; çünkü birazdan anlatacağımız ve haksız olduğu izlenimi yaratan kazanç ayyuka çıkarsa işler bozulurmuş. Yani küçük yerel marketlerde durum idare ediliyormuş. (Yaygın hata: 2)
Bir de işin KDV boyutu var. Yemek çekleri % 8 KDV ile veriliyor. (Hatta akıllı kartlara dolduruluyor.) Oysa çeklerle beyaz eşyadan takım elbiseye, cam eşyadan deterjana %18 KDV’ye tabi olarak ürün satışı da yapılabiliyor. Ortada %10’luk ya da hadi diyelim ki paçal olarak %7’lik bir KDV farkı var. Öte yandan bu çeklerin internette de ödeme aracı olarak kabul edildiği biliniyor. Marketlerin bazı bölgelerde cirolarının %15’ini yemek çekleri aracılığıyla karşıladığı da bir gerçek. Oluşan toplam haksız rekabet miktarının 300 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu arada %yüzde 7’lik KDV farkı ne oluyor dersiniz? Buharlaşıyor. (Yaygın hata: 3)
Bu uygulamada alan da veren de memnun. Milyonlarca insanı ilgilendirdiği için olmalı, devlet de pek sesini çıkarmıyor. (Yaygın hata: 4)
Peki, çözüm nedir?
Yeni Türk Ticaret Kanunu’na hazırlanan modern Türkiye’de böyle ‘antin kuntin’ işlere yer olmamalı; ya da çeklerin yemek dışı kullanımını serbest bırakılmalı. Ya da beşinci bir yaygın hataya izin verilmeli; çaktırmadan bu tür alışveriş, bütün marketlere yayılmalı ve haksız rekabet ortadan kaldırılmalı.
Türkiye, Zizek’i de şaşırtmış.
Dünyanın en tanınmış felsefecisi Slavoj Zizek de farkına varmış; diyor ki Hürriyet muhabiri Cansu Çamlıbel’e verdiği röportajda:
‘Yanılıyorsam beni düzeltin. AB üyeliğini isteyenler neo-liberal İslamcılar; şüpheyle yaklaşanlar daha ulusalcı bir çizgi izleyen Kemalistler değil mi?”
Zizek, ‘Batılı mıyız yoksa Doğulu muyuz?” diye soran ve düşünen herkesin, Türkiye’nin neredeyse bin yıllık meselesinde henüz tespit anlamında bile ortak paydalarda buluşulamadığını nereden bilecek? El yordamıyla dokunup geçtiği bu tespit, ‘Türkiye’de sağın sol, solun da sağ’ olduğunu anlatmaya çalışan merhum Prof. Dr. İdris Küçükömer’in ya da tarihsel gerçekçi bakış açısıyla ‘devlet’ mekanizmasını çözümleme gayreti içinde olmuş rahmetli Kemal Tahir’in fikir fantezileri olarak görülüp de sürekli es geçilen bizim en büyük gerçeğimizin dışa vurumudur.
Emek-sermaye kutuplarının arasındaki karşıtlığın dünyayı kasıp kavurduğu asırda başka kavramlarla tanışan ve de boğuşan (örneğin alaturka-alafranga çelişkisi) ve günümüze kadar da hiçbir Batılı merkezin hesabına kitabına sığdıramadığı Türkiye, dünyayı da, Zizek’i de şaşırtmaya devam edecek gibi görünüyor.
‘Yeni-Osmanlıcılık ancak Ermenileri ve Kürtleri kucaklamakla olur’ derken biraz dersini çalışmış gibi görünüyor ama bana kalırsa ondan nihayetinde de bir ‘popüler felsefeci’ olarak kültürel kodlarımızı bizim adımıza çözmesini bekleyemeyiz. Osmanlıyı bitirenin ‘fazla tolerans’ olduğu yolundaki tespitine de, altüst olmuş Ortadoğu’da Türkiye’nin devlet olarak sivrilmesini doğal gördüğü yolundaki beyanlarına da “Bütün fikirler muhteremdir. Zizek’in fikirleri daha da muhteremdir” diyerek yaklaşmalıyız herhalde. Diğer yandan, biz biz olalım, kavranması sanıldığı kadar kolay olmayan girift ve devasa yapısıyla Osmanlı devlet geleneğini, bir nefeste ciğerlerine aktardığını hayalleyen biraz post modernist, biraz çıtırbom, biraz da müzmin muhalif entelektüel bireyin kafasındaki ‘devlet’e indirgemeye haşa kalkışmayalım...