Yeni kuşak iş adamı Behlül gibi değil…
01 AĞUSTOS 2010
Aklımda Tagore kalmış… Alah’tan sallamamışım. Cuma günkü yazıya şöyle girmişiz: “Doğu Hint felsefesiyle tanışan ve meditasyona merak saran dostlarımızdan birine verilmiş olan bir mantıra şöyleydi: Bir gül bir gül bir güldür!...”
Bu konuda çok dayak yememiş olsam, “Rabindranath Tagore demiş ki”, diye de girebilirdim… Meditasyon meraklısı arkadaşımızın bize naklettiği o dize sahihti de, lafın kime ait olduğu müphemdi… Müphemiyet her zaman büyük tehditler, tuzaklar taşır içinde…
***
Biz de biraz bakındıktan sonra ‘tahminimizi fikrimiz’ gibi söylememeyi tercih ettik bir kez daha… İyi de etmiş olduğumuzu yazının yayınlandığı günün sabahı anladık…
3 göbekten iş adamı bir ailenin uzun yıllardır ahbaplık ettiğimiz en genç üyelerinden biri hemen SMS göndermiş: “A rose is a rose is a rose, Gertrude Stein’ın sözüdür”…
Bilmiyordum… Gertrud Stein’ı değil; sözün ona ait olduğunu… Duysaydım da açıkçası yakıştıramayabilirdim. Bana kalsa sonsuz derinlikteki bu söz, Tagore’a daha çok yakışırdı…
Buradan çıkacak ders çok… Özellikle bu dersler, iki ayrı hedef kitlenin adresine gider: Hayata hazırlanan gençlerin ve de “Ne var canım; bir ofis açar danışmanlık yaparım!” diye düşünen, canı sıkılmış (!) profesyonellerin…
***
Dünya değişmiş… Önce bunu fark etmek gerekiyor… Hiçbir şey eskisi gibi değil… Eskiden patronların, iş adamlarının çocukları bu kadar okumazlardı… Ne eğitim olarak, ne de bireysel gelişim adına…
O zaman onları etkilemek daha kolaydı… Danışmanlık yapmak, akıl vermek; yönettikleri şirketlerde kariyer yapmak, işten bile değildi.
Bu nedenle de örneğin Boğaziçi’nden mezun olduğunuz gün, Kuzey Kampüsü’nün oradan yokuşa vurdunuz mu, yukarıda nizamiyenin önünde şirketlerin sizi kapıp götüreceğini ve hemen Genel Müdür olarak işe başlatacaklarını sanırdınız… ODTÜ’nün kapısında bekleşirlerdi patronların elemanları… İTÜ, Hacettepe, Bilkent’in son sınıflarına kadar okumanız bile yetebilirdi… Bitirmenizi bekleyemezlerdi. “Başlayın bizde müdür olarak, sonra dışarıdan halledersiniz…”
Tam böyle olmasa da (!), genel kanaat, temenni, hüsnü kuruntu böyleydi…
***
O zamanlar Türk filmlerinde sergilenen ‘Patron çocuğu’ tiplemeleri aslında gerçeklerden hiç de o kadar uzak değildi… Patronlardan sonra gelen kuşağın mensupları, fakir fakat mağrur, iyi okumuş jönden sopa yiyene kadar; kızlara yapmadıkları kötülüğü bırakmayan, yesin içsin gezsin, kütük gibi cahil, parazit tiplerdi. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Geçen sezon’un flaş dizisi Aşk-ı Memnu’daki Behlül, ilim irfandan, başarıdan, bireysel gelişimden yoksun hedonizmin en tipik, bir o kadar da gerçeküstü örneğiydi…
Günümüzde durum öyle değil. Genç kuşak işadamları ve ikinci, üçüncü kuşak olarak işin başına gelen akraba takımı, zıpkın gibi yetişmiş gençlerden oluşuyor; bunların palavraya kulakları tıkalı. O yüzden artık üniversiteye gitmek yetmiyor… Tek çıkar yol var: Derinlik kazanmak. Hem de yöneticinizden, patronunuzdan, hizmet verdiğiniz kuruluşun üst düzey yöneticilerinden daha derin olabilmek…
***
Şu sıra üniversitelere giriş konusunda seçim yapılıyor…
Ne seçtiğiniz hiç önemli değil… Üniversite eğitim süresinde, hatta liseden başlayarak tek şey önemli: Ne kadar derinlik kazandığınız… Size rekabetçi avantaj sağlayacak tek güç bu. Bunu sağlayamayan çalışan kariyer yapamıyor; patron ya da onun çocukları şirketlerini rekabet karşısında ayakta tutamıyorlar…
İTÜ’nün efsane hocalarından birinin son derece teknik bir konuda tezini geliştirmekte zorlanan öğrencisine, “Roman oku!” diye tavsiyede bulunması gibi…
Gelecek, “derinlik kazanmış olanlar”la “sığlar” arasındaki rekabette, ikincilerin silinip gitmesine sahne olacak… Yani Behlül’ü rol model olarak alanların vay haline…
------------------
Günün sözü: “Tecessüsüz hayret, hayranlığa dönüşür; hayranlıksa teslimiyete” Cemil Meriç…
Bu konuda çok dayak yememiş olsam, “Rabindranath Tagore demiş ki”, diye de girebilirdim… Meditasyon meraklısı arkadaşımızın bize naklettiği o dize sahihti de, lafın kime ait olduğu müphemdi… Müphemiyet her zaman büyük tehditler, tuzaklar taşır içinde…
***
Biz de biraz bakındıktan sonra ‘tahminimizi fikrimiz’ gibi söylememeyi tercih ettik bir kez daha… İyi de etmiş olduğumuzu yazının yayınlandığı günün sabahı anladık…
3 göbekten iş adamı bir ailenin uzun yıllardır ahbaplık ettiğimiz en genç üyelerinden biri hemen SMS göndermiş: “A rose is a rose is a rose, Gertrude Stein’ın sözüdür”…
Bilmiyordum… Gertrud Stein’ı değil; sözün ona ait olduğunu… Duysaydım da açıkçası yakıştıramayabilirdim. Bana kalsa sonsuz derinlikteki bu söz, Tagore’a daha çok yakışırdı…
Buradan çıkacak ders çok… Özellikle bu dersler, iki ayrı hedef kitlenin adresine gider: Hayata hazırlanan gençlerin ve de “Ne var canım; bir ofis açar danışmanlık yaparım!” diye düşünen, canı sıkılmış (!) profesyonellerin…
***
Dünya değişmiş… Önce bunu fark etmek gerekiyor… Hiçbir şey eskisi gibi değil… Eskiden patronların, iş adamlarının çocukları bu kadar okumazlardı… Ne eğitim olarak, ne de bireysel gelişim adına…
O zaman onları etkilemek daha kolaydı… Danışmanlık yapmak, akıl vermek; yönettikleri şirketlerde kariyer yapmak, işten bile değildi.
Bu nedenle de örneğin Boğaziçi’nden mezun olduğunuz gün, Kuzey Kampüsü’nün oradan yokuşa vurdunuz mu, yukarıda nizamiyenin önünde şirketlerin sizi kapıp götüreceğini ve hemen Genel Müdür olarak işe başlatacaklarını sanırdınız… ODTÜ’nün kapısında bekleşirlerdi patronların elemanları… İTÜ, Hacettepe, Bilkent’in son sınıflarına kadar okumanız bile yetebilirdi… Bitirmenizi bekleyemezlerdi. “Başlayın bizde müdür olarak, sonra dışarıdan halledersiniz…”
Tam böyle olmasa da (!), genel kanaat, temenni, hüsnü kuruntu böyleydi…
***
O zamanlar Türk filmlerinde sergilenen ‘Patron çocuğu’ tiplemeleri aslında gerçeklerden hiç de o kadar uzak değildi… Patronlardan sonra gelen kuşağın mensupları, fakir fakat mağrur, iyi okumuş jönden sopa yiyene kadar; kızlara yapmadıkları kötülüğü bırakmayan, yesin içsin gezsin, kütük gibi cahil, parazit tiplerdi. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Geçen sezon’un flaş dizisi Aşk-ı Memnu’daki Behlül, ilim irfandan, başarıdan, bireysel gelişimden yoksun hedonizmin en tipik, bir o kadar da gerçeküstü örneğiydi…
Günümüzde durum öyle değil. Genç kuşak işadamları ve ikinci, üçüncü kuşak olarak işin başına gelen akraba takımı, zıpkın gibi yetişmiş gençlerden oluşuyor; bunların palavraya kulakları tıkalı. O yüzden artık üniversiteye gitmek yetmiyor… Tek çıkar yol var: Derinlik kazanmak. Hem de yöneticinizden, patronunuzdan, hizmet verdiğiniz kuruluşun üst düzey yöneticilerinden daha derin olabilmek…
***
Şu sıra üniversitelere giriş konusunda seçim yapılıyor…
Ne seçtiğiniz hiç önemli değil… Üniversite eğitim süresinde, hatta liseden başlayarak tek şey önemli: Ne kadar derinlik kazandığınız… Size rekabetçi avantaj sağlayacak tek güç bu. Bunu sağlayamayan çalışan kariyer yapamıyor; patron ya da onun çocukları şirketlerini rekabet karşısında ayakta tutamıyorlar…
İTÜ’nün efsane hocalarından birinin son derece teknik bir konuda tezini geliştirmekte zorlanan öğrencisine, “Roman oku!” diye tavsiyede bulunması gibi…
Gelecek, “derinlik kazanmış olanlar”la “sığlar” arasındaki rekabette, ikincilerin silinip gitmesine sahne olacak… Yani Behlül’ü rol model olarak alanların vay haline…
------------------
Günün sözü: “Tecessüsüz hayret, hayranlığa dönüşür; hayranlıksa teslimiyete” Cemil Meriç…