Yok olmamak için değişmek şart…
01 EYLÜL 2015
Genelde aynı anda 3-4 kitaba birden başlar başucum koyarım. Bazen birini bazen diğerini okurum. “Kitaplar benim kölelerimdir” diyen B. Brecht’ten güç alıp hepsini kaldığım yerden katlayıp koyarım komodinin üst gözüne… Ayraç koysana kardeşim!.. Haklısınız… Ancak bir kere alışmışız… İlle de kaldığımız yerden katlayıp koyacağız oraya. Bir de altını çizip üstüne not almaca tabii…
Ancak şu sıra bir kitap diğerlerinin önüne geçmiş durumda… İki ünlü yazarın, Larry Downes ve Paul Nunes’in ortaklaşa yazdıkları kitap şu sıra başucumda duran kitapların en favorisi. Adı “Big Bang Disruption”. Yazarlar “Disruptive Inovation” kavramları üzerine de pek çok makale yazıp, konferans vermişler… Disruptive Türkçeye ‘Yok eden’ diye çevrilebilir. Ben ‘Ezber bozan’ demeyi de tercih ediyorum…
Yazarlar kitaba çok çarpıcı bir önekler zinciriyle girmişler. Tespitleri şu:
Adres defterleri, video kameralar, pager’lar (çağrı cihazları), kol saati, haritalar, kitplar, seyahat oyunları, el fenerleri, evdeki kablolu telefonlar, dikte etme aleti (ses kayıt cihazı), Walkmen, çalar saatler, sabit telefonlarda telesekreter, para cüzdanları, otomobillerdeki sabit navigasyon aletleri (TomTom gibi), özlü sözler kaynak kitapları, transistörlü radyolar, sarı sayfalar (Yellow Pages), uçak bileti satan gişeler, gazeteler ve dergiler, seyahat ve sigorta acentaları, restoran rehber kitapları, hesap makineleri…
Bu sayılanların ortak özelliği nedir?
Şudur: Ya ‘disrupter’lar (örneğin mobil teknolojiler) tarafından tarih sahnesinden bir iki ay gibi süreler içinde silinmişlerdir, ya da silinmek üzeredirler…
Bana hemen Türkiye’deki gazetelerin İK eklerini çağrıştırdı. Bir ara onlarca sayfa halinde, kataloglar gibi yayınlanan bu eklere ya son verilmiştir, ya da 8 sayfaya falan düşürmüşlerdir. Dijital ortamda iş arama ve çalışan arama platformları onların ‘disrupt’ etmiştir…
Bir güzel örnek de bana sorarsanız T-Box’da yaşanmıştır… Bütün perakende alışkanlıklarını alt üst eden, küçücük kutulara kırış kırış sıkıştırılmış ürünleri, çok başarılı bir dağıtım ağıyla tüm ülke sathına dağıtarak kısa zamanda müthiş bir marka yaratan Boyner grubu, ne zamanki ürünleri kutudan çıkarıp dükkân kültürü içine soktu, ondan sonra ne oldu gerçekten bilmiyorum…
Downes ve Nunes, bu ‘Yıkıcı, ezber bozan inovatif’ ürünlerin bazen ürün ve markaları bazen de toptan kategoriyi, hatta sektörü ortadan kaldırabileceğini vurguluyorlar. Bunun en büyük nedeni olarak da bu ‘Yıkıcılar’ın kesinlikle birer rakip gibi ortaya çıkmamaları... Bu nedenle kendilerine karşı önlem alınması gecikiyor. Durum fark edildiği zaman da iş işten çoktan geçmiş oluyor…
Kitabı okurken bizim iletişim sektörünü düşünmeden kendimi alamadım. Bizim sektörü biraz başarılı reklamcı kardeşim, sevgili Hulusi Derici’nin (MARKA Ajans) eski araba koleksiyonuna benzetiverdim. Hulusi’nin mükemmel arabaları var. Hepsi pırıl pırıl, bakımlı; tıkır tıkır da çalışıyorlar…
Bu tür koleksiyon yapan meraklılardan birine sormuşlar: “Sizde yepyeni otomobiller de var, eskiler de. Aralarında ne fark var?”… Şu yanıtı vermiş koleksiyoncu arkadaş: “Yeni arabalar beni götürüyorlar gideceğim yere; diğerlerini ben götürmek durumundayım gidecekleri yere…”
İnşallah geç kalmadan fark eder herkes neyin nereden gelmekte olduğunu…
Gel de haber yapma…
Bana sorarsanız 10 numara bir PR işi. Ucu yurt dışına dayansa da Türkiye’de de gayet iyi yönetilmiş. Hani günümüzde ‘Content is the King’ (İçerik Kral’dır) deniyor ya; o misal… İçerik oluşturmak için bir kuruşluk bütçe ayırmayan ama çıkardıkları ‘KXZMMM2000Y’ ismini verdikleri yeni modelleri ve ürünlerinin tamamının haberlerinin her yerde yayınlanmasını isteyen müşterilerin ve de onlara bu bütçeler ayrılmadan medyanın özel ilişkilerle (örneğin reklam baskısıyla) ancak bir yere kadar haberlerini yapacağını anlatamayan, ya da anlatmayıp “Her haberini medyada çıkarırız abi!” yaklaşımıyla müşteri kapmaya çalışan PR ajanslarının -pardon bunlar kendilerine ‘İletişim Danışmanı Şirketi’, ya da İletişim Çözüm Ortağı’ diyorlar- kulaklarına küpe olması için, ne yazık ki çok ender olarak rastladığımız bu tür örneklerden burada söz etmekte yarar var.
Bülten 24 Haziran ayında gönderilmiş. Söz etmek bugüne kısmet oldu. Başlığı şu: “Sakalınızı Nasıl Alırdınız?”
Bir araştırmadan söz ediliyor. Türkiye’yi kapsamasa yüzüne bakmayacağım. Ama kapsıyor. Araştırma Braun tarafından yaptırılmış. 6500 erkek denekle… Tüm Avrupa’da yürütülmüş. Amaç, sakal ve bıyık tercihlerini belirlemekmiş… Örneğin “İstanbul erkeklerinin yüzde 63’ü sakal ve bıyıktan vazgeçmezken favorileri tam sakal”mış...
“Balbo”, “dudak altı sakal” veya “çenede şerit sakal”… Bunlar sakal çeşitleriymiş…
Taksim / Beyoğlu, İstanbul’da sakal ve bıyık açısından en popüler bölgelermiş.
Aralarında Jake Gyllenhaal ve Ryan Gosling’in de bulunduğı Hollywood aktörleri tarafından yakın zamanda popüler hale getirilen tam sakal, sakallı Türkler arasında da yüzde 45 ile açık ara en çok tercih edilen stilmiş.
Iron Man filminde Robert Downey Junior tarafından canlandırılan Tony Stark karakteri tarafından ünlendirilen “Balbo” tipi ise araştırmaya göre en yaygın ikinci stil. Listinin üçüncü sırasında Breaking Bad dizisinde Walter White tarafından bırakılan “bıyık ve keçi sakal” yer alıyor.
Diğer stiller arasında, bir zamanlar popüler olan “keçi sakal” ve uyarlanmış hali “uzatılmış keçi sakala” diğer bölgelere kıyasla Levent / Şişli’de daha yaygın olarak rastlanıyormuş. Hugh Jackman’ın canlandırdığı Wolverine karakterinin popülaritesini artırdığı kötü şöhretli “Favori sakalının” tüm İstanbul’da % 1’in altındaki yaygınlığı ile en az tercih edilen stil olduğu görülüyormuş.
Levent/Şişli, İstanbul’da en çok temiz tıraşa rastlanan semt olurken, erkeklerin %61’inde buna rağmen sakal veya bıyık olduğu görülüyormuş. Taksim/Beyoğlu ise temiz tıraşın en az görüldüğü bölge olarak göze çarpıyormuş.
Türk erkeklerinin sakallarını “mükemmel” hale getirmek için ortalama olarak 44 güne ihtiyaç duydukları ortaya çıkmış.
Sonuçlara göre sakalı olanların çoğu bundan vazgeçmeyi düşünmüyormuş. Araştırmaya göre tek olumsuz taraf sakalın ilişkilerde yol açabildiği tuhaf sorun. Erkeklerin yüzde 40’dan fazlasının eşi, yüz kıllarını istemezken, 10 eşten biri sakaldan nefret ettiğini belirtiyormuş; hatta “ya sakal gider, ya da ben” tarzındaki ültimatomlar verenlerin sayıları da değilmiş.
Sakal sahibi olan kişilerin yarıdan fazlasının bu sayede karşı cinsten daha fazla ilgi gördüklerine inanıyormuş.
Araştırma aynı zamanda erkeklerin yüzde 56’sının sakal bırakmanın arkadaşlarından çok sayıda övgü almalarını sağladığını ve yüzde 9’unun da sakal sayesinde iş yerlerinde daha başarılı olduklarını iddia edecek kadar ileri gittiklerini ortaya koymuş.
Haber bu çerçeve üzerinden devam ediyor. Türkiye’de gündem ne olurs olsun böyle bir çalışma medyanın da ilgisini çeker; medyayı takip edenlerdin de…
Ancak şu sıra bir kitap diğerlerinin önüne geçmiş durumda… İki ünlü yazarın, Larry Downes ve Paul Nunes’in ortaklaşa yazdıkları kitap şu sıra başucumda duran kitapların en favorisi. Adı “Big Bang Disruption”. Yazarlar “Disruptive Inovation” kavramları üzerine de pek çok makale yazıp, konferans vermişler… Disruptive Türkçeye ‘Yok eden’ diye çevrilebilir. Ben ‘Ezber bozan’ demeyi de tercih ediyorum…
Yazarlar kitaba çok çarpıcı bir önekler zinciriyle girmişler. Tespitleri şu:
Adres defterleri, video kameralar, pager’lar (çağrı cihazları), kol saati, haritalar, kitplar, seyahat oyunları, el fenerleri, evdeki kablolu telefonlar, dikte etme aleti (ses kayıt cihazı), Walkmen, çalar saatler, sabit telefonlarda telesekreter, para cüzdanları, otomobillerdeki sabit navigasyon aletleri (TomTom gibi), özlü sözler kaynak kitapları, transistörlü radyolar, sarı sayfalar (Yellow Pages), uçak bileti satan gişeler, gazeteler ve dergiler, seyahat ve sigorta acentaları, restoran rehber kitapları, hesap makineleri…
Bu sayılanların ortak özelliği nedir?
Şudur: Ya ‘disrupter’lar (örneğin mobil teknolojiler) tarafından tarih sahnesinden bir iki ay gibi süreler içinde silinmişlerdir, ya da silinmek üzeredirler…
Bana hemen Türkiye’deki gazetelerin İK eklerini çağrıştırdı. Bir ara onlarca sayfa halinde, kataloglar gibi yayınlanan bu eklere ya son verilmiştir, ya da 8 sayfaya falan düşürmüşlerdir. Dijital ortamda iş arama ve çalışan arama platformları onların ‘disrupt’ etmiştir…
Bir güzel örnek de bana sorarsanız T-Box’da yaşanmıştır… Bütün perakende alışkanlıklarını alt üst eden, küçücük kutulara kırış kırış sıkıştırılmış ürünleri, çok başarılı bir dağıtım ağıyla tüm ülke sathına dağıtarak kısa zamanda müthiş bir marka yaratan Boyner grubu, ne zamanki ürünleri kutudan çıkarıp dükkân kültürü içine soktu, ondan sonra ne oldu gerçekten bilmiyorum…
Downes ve Nunes, bu ‘Yıkıcı, ezber bozan inovatif’ ürünlerin bazen ürün ve markaları bazen de toptan kategoriyi, hatta sektörü ortadan kaldırabileceğini vurguluyorlar. Bunun en büyük nedeni olarak da bu ‘Yıkıcılar’ın kesinlikle birer rakip gibi ortaya çıkmamaları... Bu nedenle kendilerine karşı önlem alınması gecikiyor. Durum fark edildiği zaman da iş işten çoktan geçmiş oluyor…
Kitabı okurken bizim iletişim sektörünü düşünmeden kendimi alamadım. Bizim sektörü biraz başarılı reklamcı kardeşim, sevgili Hulusi Derici’nin (MARKA Ajans) eski araba koleksiyonuna benzetiverdim. Hulusi’nin mükemmel arabaları var. Hepsi pırıl pırıl, bakımlı; tıkır tıkır da çalışıyorlar…
Bu tür koleksiyon yapan meraklılardan birine sormuşlar: “Sizde yepyeni otomobiller de var, eskiler de. Aralarında ne fark var?”… Şu yanıtı vermiş koleksiyoncu arkadaş: “Yeni arabalar beni götürüyorlar gideceğim yere; diğerlerini ben götürmek durumundayım gidecekleri yere…”
İnşallah geç kalmadan fark eder herkes neyin nereden gelmekte olduğunu…
Gel de haber yapma…
Bana sorarsanız 10 numara bir PR işi. Ucu yurt dışına dayansa da Türkiye’de de gayet iyi yönetilmiş. Hani günümüzde ‘Content is the King’ (İçerik Kral’dır) deniyor ya; o misal… İçerik oluşturmak için bir kuruşluk bütçe ayırmayan ama çıkardıkları ‘KXZMMM2000Y’ ismini verdikleri yeni modelleri ve ürünlerinin tamamının haberlerinin her yerde yayınlanmasını isteyen müşterilerin ve de onlara bu bütçeler ayrılmadan medyanın özel ilişkilerle (örneğin reklam baskısıyla) ancak bir yere kadar haberlerini yapacağını anlatamayan, ya da anlatmayıp “Her haberini medyada çıkarırız abi!” yaklaşımıyla müşteri kapmaya çalışan PR ajanslarının -pardon bunlar kendilerine ‘İletişim Danışmanı Şirketi’, ya da İletişim Çözüm Ortağı’ diyorlar- kulaklarına küpe olması için, ne yazık ki çok ender olarak rastladığımız bu tür örneklerden burada söz etmekte yarar var.
Bülten 24 Haziran ayında gönderilmiş. Söz etmek bugüne kısmet oldu. Başlığı şu: “Sakalınızı Nasıl Alırdınız?”
Bir araştırmadan söz ediliyor. Türkiye’yi kapsamasa yüzüne bakmayacağım. Ama kapsıyor. Araştırma Braun tarafından yaptırılmış. 6500 erkek denekle… Tüm Avrupa’da yürütülmüş. Amaç, sakal ve bıyık tercihlerini belirlemekmiş… Örneğin “İstanbul erkeklerinin yüzde 63’ü sakal ve bıyıktan vazgeçmezken favorileri tam sakal”mış...
“Balbo”, “dudak altı sakal” veya “çenede şerit sakal”… Bunlar sakal çeşitleriymiş…
Taksim / Beyoğlu, İstanbul’da sakal ve bıyık açısından en popüler bölgelermiş.
Aralarında Jake Gyllenhaal ve Ryan Gosling’in de bulunduğı Hollywood aktörleri tarafından yakın zamanda popüler hale getirilen tam sakal, sakallı Türkler arasında da yüzde 45 ile açık ara en çok tercih edilen stilmiş.
Iron Man filminde Robert Downey Junior tarafından canlandırılan Tony Stark karakteri tarafından ünlendirilen “Balbo” tipi ise araştırmaya göre en yaygın ikinci stil. Listinin üçüncü sırasında Breaking Bad dizisinde Walter White tarafından bırakılan “bıyık ve keçi sakal” yer alıyor.
Diğer stiller arasında, bir zamanlar popüler olan “keçi sakal” ve uyarlanmış hali “uzatılmış keçi sakala” diğer bölgelere kıyasla Levent / Şişli’de daha yaygın olarak rastlanıyormuş. Hugh Jackman’ın canlandırdığı Wolverine karakterinin popülaritesini artırdığı kötü şöhretli “Favori sakalının” tüm İstanbul’da % 1’in altındaki yaygınlığı ile en az tercih edilen stil olduğu görülüyormuş.
Levent/Şişli, İstanbul’da en çok temiz tıraşa rastlanan semt olurken, erkeklerin %61’inde buna rağmen sakal veya bıyık olduğu görülüyormuş. Taksim/Beyoğlu ise temiz tıraşın en az görüldüğü bölge olarak göze çarpıyormuş.
Türk erkeklerinin sakallarını “mükemmel” hale getirmek için ortalama olarak 44 güne ihtiyaç duydukları ortaya çıkmış.
Sonuçlara göre sakalı olanların çoğu bundan vazgeçmeyi düşünmüyormuş. Araştırmaya göre tek olumsuz taraf sakalın ilişkilerde yol açabildiği tuhaf sorun. Erkeklerin yüzde 40’dan fazlasının eşi, yüz kıllarını istemezken, 10 eşten biri sakaldan nefret ettiğini belirtiyormuş; hatta “ya sakal gider, ya da ben” tarzındaki ültimatomlar verenlerin sayıları da değilmiş.
Sakal sahibi olan kişilerin yarıdan fazlasının bu sayede karşı cinsten daha fazla ilgi gördüklerine inanıyormuş.
Araştırma aynı zamanda erkeklerin yüzde 56’sının sakal bırakmanın arkadaşlarından çok sayıda övgü almalarını sağladığını ve yüzde 9’unun da sakal sayesinde iş yerlerinde daha başarılı olduklarını iddia edecek kadar ileri gittiklerini ortaya koymuş.
Haber bu çerçeve üzerinden devam ediyor. Türkiye’de gündem ne olurs olsun böyle bir çalışma medyanın da ilgisini çeker; medyayı takip edenlerdin de…