Yüzyılın sloganı
11 Mart 2017 - Yeni Şafak
Dünyaca ünlü fizikçi Stephen Hawking insanın saldırganlık içgüdüsünün teknoloji nedeniyle bir yıkıma dönüşebileceği gerekçesiyle ‘dünya hükümeti’ kurulmasını önermiş.
Psikiyatrlar bu içgüdünün insan neslinin tamamı için genellenip genellenemeyeceği konusunda farklı düşüncelere sahip olabilirler elbette, ancak Stephen King ‘fizikçi’ gözüyle yapay zekâdan başlayarak teknolojik gidişatın ciddî bir tehlike arz ettiğini söylüyorsa, kulak vermek lazım. Cin şişeye geri döndürülebilir mi?..
Tarih: 26 Haziran 2000’di ve Bill Clinton ile Tony Blair ‘İnsan Genomu Projesi’yle ilgili olarak bir basın toplantısı düzenlemişlerdi. Dünyaya verdikleri haber mühimdi. İnsanoğlunun genetik kodunun çözülme aşamasına gelinmişti. Clinton diyordu ki:
“Galile gökyüzündeki hareketleri anlamak için matematik ve mekaniği kullanabileceğini keşfettiğinde kendisini seçkin bir araştırmacı olarak hissetmişti: Tanrı’nın dünyayı yaratırken kullandığı dili öğrenecekti. Bugün biz Tanrı’nın yaşamı yaratırken kullandığı dili öğreniyoruz.”
Bundan 500 yıl önce olsa Clinton’u Avrupa’da herhangi bir meydanda cayır cayır yakmışlardı…
Bu basın toplantısının ardından da İngiliz bilim adamı John Sulston daha da ileriye götürmüştü işi:
“Artık elimizde, insanoğlunun nasıl imal edildiğine ilişkin bir el kitabı var"
“Doğayla barışacak mıyız, savaşacak mıyız?” kapak konulu NPQ Türkiye dergisinde bir ufuk turu sohbetine katılan Prof. Dr. Teoman Duralı, 1600’lü yılların sonlarında ortaya çıkan ‘sermayecilik’ ideolojisinin zaman içinde, hayatın bütün yollarındaki ‘sadakat yemini’ni nasıl sarsıntıya uğrattığını örnekleriyle anlatmıştı. Mesele Batı’nın sadakat yoksulluğunda düğümlenmektedir.
İnsanın genetik haritasının tamamını deşifre edebilecek zekâların ve bu zekâları maniple edebilme gücünün de sahibi olmaya soyunan Anglo-Amerikan zihniyetin, kısa ve uzun vadeli çıkarları uğruna dünya haritasıyla da işlerine geldiği gibi oynamalarına dur diyecek birileri olmalı, diye düşünürken bu sesin önemli sayılabilecek işaretlerinin bizim topraklarımızdan çıkıyor olması ilginç değil mi? Belki de asıl ilginç olan kulaklarının tam da dibindeki bu sesi, bizzat kendi vatanında duymak istemeyenlerin oynadıkları körebe oyunudur.
Dünyaya kimin nasıl hükmedeceğinin planlarının hâkim zümrelerce yapıldığı ve bazı vicdan sahibi bilim adamlarının uyarılarıyla kısmen dikkat kesilebildiğimiz bu gezegende Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle ‘Dünya beşten büyüktür’ diyerek mücadele verenlere her şeyden önce saygı duyulması gerekmez mi?
***
Tam da bu noktada bizim Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül’ün önceki günkü yazısından şu paragrafları hatırlamamızda yarar olabilir:
“16 Nisan küresel ölçekte sarsıntıya neden olacak. Çünkü, Münbiç üzerinden servis edilen tiyatro ile Berlin üzerinden servis edilen tiyatro aynı merkezlerden yönetiliyor. Çünkü bu seçim, özellikle de güçlü bir “Evet” hem Batı ile ilişkilerde hem yakın coğrafyada derin sarsıntıya, jeopolitik değişimlere yol açacaktır. Bu yüzden 16 Nisan'da verilecek karar, sadece bir Anayasa değişikliği değil, bir tarihi kırılmadır, Türkiye için yeni bir sayfanın açılmasıdır, yüz yıl süren tarihin yenilenmesi, yeni bir yükseliş tarihinin başlaması demektir.
Bu sistemik değişim, Türkiye'nin bütün uluslararası ilişkilerinin, bölge ve dünyaya bakışının yeniden formatlanması demektir. Cumhurbaşkanlığı sistemi için yapılacak 16 Nisan tercihinin Türkiye'nin seçimi olmaktan çıkarılması, bu amaçla küresel ölçekte karşı kampanya yapılması bu yüzdendir.”
“Dünya beşten büyüktür”, kimilerince çoktan başlamış olan ve kimilerince de hazırlıkları yapılan III. Dünya Savaşı’na gebe bir dünyada yüzyılın sloganıdır. İkincisi de belki III. Millî Kültür Şurasında oraya çıkan özdeyiştir: “Dünyanın iyiliği için Türkiye!”
Stephen Hawking’in “Dünya hükümeti kurulsun” çağrısı, meselenin çok boyutlu çıktıları açısından uzay boşluğunda yankılanabilecek canhıraş bir çığlık olarak düşünülse de, ne yazık ki dünya ölçeklerinde kesinlikle reel karşılığı olmayan bir hüsnü kuruntudan öteye gidemeyecek bir temenni gibi duruyor.
İki küçük güncel dipnot:
1. Sayın Kılıçdaroğlu, yeni sistemde Cumhurbaşkanı – Başbakan çekişmesinin sorun yaratacağını söyleyerek sadece “Durduk yerde kendi krizinizi nasıl yaratırsınız” dersi vermekle kalmadı; aynı zamanda öyle demek istemedim, böyle demek istedim, falan diye ‘kıvırarak’, “Kendi krizini nasıl yönetmezsin” dersinin de bir güzel örneğini verdi. Oysa yapması gereken çok basitti. “Bu küçük dil sürçmesi için özür dilerim” diyecekti ve krizi minumum zararla atlatacaktı.
2. İlk üç bölümü yayınlanmış II. Abdülhamid dizisi bence Diriliş – Ertuğrul ile birlikte bugünkü gençlere ve gelecek kuşaklara bırakılacak bir tarih kültürü mirasıdır. Padişah İngiliz sefirine tokat attı mı, Mahmut Paşa öyle mi haindi, Yahudiler ve İngilizler tren yolu projesini böyle mi baltalamaya kalktılar gibi eleştirilerle dizi konusunda çemkirenlere, siz de deyin ki: “Kardeşim bu belgesel değil, kurgu… Sen izlediğin onlarca Queen Elizabeth filminde tarihin birebir mi yansıtıldığını zannediyorsun? Yani Shakespeare, Kraliçe’nin sevgilisi miydi vb?”… Aslolan tarih bilincinin temelini oluşturan tarih duygusunun yerli yerine oturtulması, iade-i itibarı çoktan hak etmiş olan cihan padişahının hakkının gereken dramatik yapı içinde kendisine geri verilmesidir. Öküz altında buzağı aramayalım.
Psikiyatrlar bu içgüdünün insan neslinin tamamı için genellenip genellenemeyeceği konusunda farklı düşüncelere sahip olabilirler elbette, ancak Stephen King ‘fizikçi’ gözüyle yapay zekâdan başlayarak teknolojik gidişatın ciddî bir tehlike arz ettiğini söylüyorsa, kulak vermek lazım. Cin şişeye geri döndürülebilir mi?..
Tarih: 26 Haziran 2000’di ve Bill Clinton ile Tony Blair ‘İnsan Genomu Projesi’yle ilgili olarak bir basın toplantısı düzenlemişlerdi. Dünyaya verdikleri haber mühimdi. İnsanoğlunun genetik kodunun çözülme aşamasına gelinmişti. Clinton diyordu ki:
“Galile gökyüzündeki hareketleri anlamak için matematik ve mekaniği kullanabileceğini keşfettiğinde kendisini seçkin bir araştırmacı olarak hissetmişti: Tanrı’nın dünyayı yaratırken kullandığı dili öğrenecekti. Bugün biz Tanrı’nın yaşamı yaratırken kullandığı dili öğreniyoruz.”
Bundan 500 yıl önce olsa Clinton’u Avrupa’da herhangi bir meydanda cayır cayır yakmışlardı…
Bu basın toplantısının ardından da İngiliz bilim adamı John Sulston daha da ileriye götürmüştü işi:
“Artık elimizde, insanoğlunun nasıl imal edildiğine ilişkin bir el kitabı var"
“Doğayla barışacak mıyız, savaşacak mıyız?” kapak konulu NPQ Türkiye dergisinde bir ufuk turu sohbetine katılan Prof. Dr. Teoman Duralı, 1600’lü yılların sonlarında ortaya çıkan ‘sermayecilik’ ideolojisinin zaman içinde, hayatın bütün yollarındaki ‘sadakat yemini’ni nasıl sarsıntıya uğrattığını örnekleriyle anlatmıştı. Mesele Batı’nın sadakat yoksulluğunda düğümlenmektedir.
İnsanın genetik haritasının tamamını deşifre edebilecek zekâların ve bu zekâları maniple edebilme gücünün de sahibi olmaya soyunan Anglo-Amerikan zihniyetin, kısa ve uzun vadeli çıkarları uğruna dünya haritasıyla da işlerine geldiği gibi oynamalarına dur diyecek birileri olmalı, diye düşünürken bu sesin önemli sayılabilecek işaretlerinin bizim topraklarımızdan çıkıyor olması ilginç değil mi? Belki de asıl ilginç olan kulaklarının tam da dibindeki bu sesi, bizzat kendi vatanında duymak istemeyenlerin oynadıkları körebe oyunudur.
Dünyaya kimin nasıl hükmedeceğinin planlarının hâkim zümrelerce yapıldığı ve bazı vicdan sahibi bilim adamlarının uyarılarıyla kısmen dikkat kesilebildiğimiz bu gezegende Cumhurbaşkanı’nın ifadesiyle ‘Dünya beşten büyüktür’ diyerek mücadele verenlere her şeyden önce saygı duyulması gerekmez mi?
***
Tam da bu noktada bizim Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül’ün önceki günkü yazısından şu paragrafları hatırlamamızda yarar olabilir:
“16 Nisan küresel ölçekte sarsıntıya neden olacak. Çünkü, Münbiç üzerinden servis edilen tiyatro ile Berlin üzerinden servis edilen tiyatro aynı merkezlerden yönetiliyor. Çünkü bu seçim, özellikle de güçlü bir “Evet” hem Batı ile ilişkilerde hem yakın coğrafyada derin sarsıntıya, jeopolitik değişimlere yol açacaktır. Bu yüzden 16 Nisan'da verilecek karar, sadece bir Anayasa değişikliği değil, bir tarihi kırılmadır, Türkiye için yeni bir sayfanın açılmasıdır, yüz yıl süren tarihin yenilenmesi, yeni bir yükseliş tarihinin başlaması demektir.
Bu sistemik değişim, Türkiye'nin bütün uluslararası ilişkilerinin, bölge ve dünyaya bakışının yeniden formatlanması demektir. Cumhurbaşkanlığı sistemi için yapılacak 16 Nisan tercihinin Türkiye'nin seçimi olmaktan çıkarılması, bu amaçla küresel ölçekte karşı kampanya yapılması bu yüzdendir.”
“Dünya beşten büyüktür”, kimilerince çoktan başlamış olan ve kimilerince de hazırlıkları yapılan III. Dünya Savaşı’na gebe bir dünyada yüzyılın sloganıdır. İkincisi de belki III. Millî Kültür Şurasında oraya çıkan özdeyiştir: “Dünyanın iyiliği için Türkiye!”
Stephen Hawking’in “Dünya hükümeti kurulsun” çağrısı, meselenin çok boyutlu çıktıları açısından uzay boşluğunda yankılanabilecek canhıraş bir çığlık olarak düşünülse de, ne yazık ki dünya ölçeklerinde kesinlikle reel karşılığı olmayan bir hüsnü kuruntudan öteye gidemeyecek bir temenni gibi duruyor.
İki küçük güncel dipnot:
1. Sayın Kılıçdaroğlu, yeni sistemde Cumhurbaşkanı – Başbakan çekişmesinin sorun yaratacağını söyleyerek sadece “Durduk yerde kendi krizinizi nasıl yaratırsınız” dersi vermekle kalmadı; aynı zamanda öyle demek istemedim, böyle demek istedim, falan diye ‘kıvırarak’, “Kendi krizini nasıl yönetmezsin” dersinin de bir güzel örneğini verdi. Oysa yapması gereken çok basitti. “Bu küçük dil sürçmesi için özür dilerim” diyecekti ve krizi minumum zararla atlatacaktı.
2. İlk üç bölümü yayınlanmış II. Abdülhamid dizisi bence Diriliş – Ertuğrul ile birlikte bugünkü gençlere ve gelecek kuşaklara bırakılacak bir tarih kültürü mirasıdır. Padişah İngiliz sefirine tokat attı mı, Mahmut Paşa öyle mi haindi, Yahudiler ve İngilizler tren yolu projesini böyle mi baltalamaya kalktılar gibi eleştirilerle dizi konusunda çemkirenlere, siz de deyin ki: “Kardeşim bu belgesel değil, kurgu… Sen izlediğin onlarca Queen Elizabeth filminde tarihin birebir mi yansıtıldığını zannediyorsun? Yani Shakespeare, Kraliçe’nin sevgilisi miydi vb?”… Aslolan tarih bilincinin temelini oluşturan tarih duygusunun yerli yerine oturtulması, iade-i itibarı çoktan hak etmiş olan cihan padişahının hakkının gereken dramatik yapı içinde kendisine geri verilmesidir. Öküz altında buzağı aramayalım.