Zıkkımın kökü...
04 ARALIK 2005
Sabahları işe giderken Açık Radyo’yu dinliyorum. “Açık Gazete” var o saatlerde. Dinlemeye doyulmayan bir program. Ömer Madra ile Avi Türkiye ve dünyanın gündemini irdeliyorlar. Suni gündem ile gerçek gündem arasındaki farkı müthiş bir zeka ve hiciv yeteneğiyle sunuyorlar.
Dünyanın gündemi önünde sonunda kendisini bize de dikte ediyor. Biz deve kuşu gibi kafayı suni gündemin içine gömsek de er ya da geç o gündem kapımızı çalıyor. Terör gibi, bölgesel savaşlar gibi, kuş gribi gibi...
Örneğin uzun zamandır dünyanın bir numaralı gündemi, “canlılığın sürdürülmesi”... Önce Rio’da, sonra Johannesburg’da, daha sonra Kyota’da ve nihayet Montreal’de düzenlenen toplantılarda insanlık feryat figan: Dünya elden gidiyor! Küresel ısınma; iklim değişikliği; metan, karbondioksit, kloroflorokarbon gazları; suların yükselmesi; fosil kökenli enerji kaynaklarının tükenmesi... 170 kadar ülke birleşmiş acil önlem planlarını tartışıyor. Karar taslakları hazırlıyor. Bu işlere üç ülke pek ‘bulaşmıyor’. Onlar sadece gözlemci: ABD, Avustralya ve akıl alır gibi değil ama Türkiye...
Hadi ABD ve Avustralya’yı anlarım. “Batsın bu dünya; biz içimize kapanır yırtarız. Sanayimize müdahale etme şansımız yok!” aldatmacasına kaptırmalarının maddi karşılığı olabilir. Ama bize ne oluyor?..
Şimdi bir de bizim gündemimize bakın. Belediye tesislerinde içki yasağı! Karılarını döven herifler! 21 saatte depo dolduran CIA’in işkence uçakları! FB – GS maçı! İsviçre maçı...
Almanya’da faşistlerin iktidara yürüdükleri günlerde sosyal demokratların tutumunu anlatan dramatik bir ifade vardır. Yaklaşık şöyle: “Karşımdaki komşumu götürdüklerinde sesimi çıkarmadım. Yan binadaki komşumu götürdüklerinde sesimi çıkarmadım. Beni götürdüklerinde ise çıkaracak sesim kalmamıştı...”
Türkiye’de pek çok çevreci meselenin farkında. Yırtınıyor. Belki iletişimlerini profesyonelce yapamıyorlar ama yırtınıyorlar: Dünya ölüyor! Bu cinayetin sorumluları ise net olarak biliniyor. Medyanın takip ettiği gündem ise farklı...
Açık Radyo’da dünyayı 10 yıl içinde bekleyenleri ve biz dahil tüm insanlığı tehdit eden felaket zincirinin halkalarını dinlerken, kendimi, Belediye tesislerinde içkinin yasaklanma meselesine kafayı takanlar için “zıkkımın kökünü içsinler” diye mırıldanırken yakaladım...
Bir iletişim fenomeni: Ahmet Altan
Okuma yazma öğrenmeye başladığımdan bu yana duyduğum şeydi: “Bizim millet okumaz, arkadaş!” ya da “Türkiye’de kitap satılmaz!”... “Kitap yayıncılığında iş yok!”...
Ahmet Altan ve Alkım Yayınları bu yargıları yerle bir ettiler. Ahmet Altan, sadece Türkiye’nin değil dünyanın en çok satan yazarlarından biri olup çıkıverdi. Hem çok satan hem de çok okunan yazarı...
Son kitabı “En Uzun Gece” de ekmek peynir gibi satıyor. Alkım Yayınlarının geliştirdiği model sadece Türkiye’deki diğer yayıncılara değil; geniş kitlelere yönelik üretim yapan herkese bir iletişim ve pazarlama modeli olabilir.
Bu iletişim ‘fenomenini’ Ahmet Altan ile TV’de de konuşacağız. Özlem Gürses ile birlikte Habertürk’de Cuma akşamları sunduğumuz “Bildiğin Gibi Değil”e konuk olacak.
Kaybedenin olmadığı, herkesin kazandığı sistemler iletişimde çok zor yakalanır. Bir kere yakalandı mı da çoklanmaları gerekir. İlk kitap “İçimizde Bir Yer” 2.95 YTL’den 960 bin adet satılmış; ikincisi “Kristal Denizaltı” daha önce yayınlanmış olmasına rağmen 3.5 YTL’den 190 bin... Üçüncüsü “En Uzun Gece” henüz yeni olmasına rağmen şu anda 5 YTL üst fiyatla 460 bine ulaşmış durumda...
Ahmet Altan kazanıyor, korsanlar değil yayıncı kazanıyor, okuyucu kazanıyor. Adam başına okunan kitap ortalaması yükseldiği için Türkiye’nin algılanması kazanıyor. Sadece anlayamadığım bir tek şey var. Böyle bir patlama dünyanın başka bir ülkesinde olsaydı yer yerinden oynardı. Bizde köşe yazarlarından pek fazla ses çıkmıyor. Neden acaba? Bütün bunları Altan’la TV’de konuşacağız. Sizi de bekleriz...
Üç başarılı iletişim atağı
Geçen hafta en ilginç üç iletişim olayı bence Fortis’in reklam kampanyası, Çelik Motor’un Paul Anka’lı kutlama gecesi ve Picasso sergisinin açılışıydı. Üçünün ortak yanı iletişim açısından her şeyin kitabına ve iş hedefine uygun yürütülmesine rağmen her üçünde de bazı güzellik hatalarının bulunmasıydı.
Fortis’in hedefi farkındalık yaratmaktı. Kilit mesajı, başta KOBİ’ler olmak üzere geniş kitlelere “Ben Türkiye’ye geldim, hayatınızı değiştireceğim” idi. Bunu da son derece başarılı bir ‘ilk kampanya’ ile yerine getirdi. Ama o ne biçim amblem öyle? Bizim kültürümüze uyar mı kaleydoskop muhabbeti, gökten inen geometrik şekiller?... O da Fortis’in memleketinden getirdiği ayak bağı olsa gerek.
Çelik Motor’un gecesi için sanatçı seçimi müthişti. PR açısından işin “öncesi sırası ve sonrası” son derece planlı programlı düşünülmüş ve yönetilmiş. Öncesinde geliyor; sırasında geldi; ardından da sıkı röportajlarla desteklenen iletişim çalışması belli ki usta ellerden çıkmış. Fakat o basın ilanı ne öyle? Şöyle bir laf vardır. Sık sık hatırlarım: İnsanlar geçmişi satar; geleceği satın alır. Naftalin kokan nostalji, Çelik Motor’un o dinamik algısına yakışmamış. Bir iki tane de geleceğe yönelik vizyonunu anlatan ilan verse belki olay dengelenir...
Sabancıların Picasso sergisi bence iletişim açısından on üzerinden onluk bir iş. Hazırlanışı sunumu; radyonun, açık havanın kullanımı tek kelimeyle mükemmel. “Muhtemelen 20’inci yüzyılın da en büyük sanatçısı” diyorlar ya. Oradaki ‘muhtemelen’i kim düşünmüşse, bence o muhtemelen günümüzün en büyük iletişimcilerinden biri. Bu arada onca ilişkileriyle iki uzun metraj filmin (Surviving Picasso, Modigliani) TV’lerde oynamasını; ardından da bir tartışma programının konmasını sağlasalardı, ekmek kadayıfı kaymaklı olurdu...
İki kitapta devri âlem...
İki kitap geçti elime. İkisini de okumak zahmet istiyor. Ama hayat böyle. Katma değerli işler zordur.
Günümüz iş dünyasında rekabet insana her türlü yolu öğretiyor, denetiyor, uygulatıyor. Kaçış yok! Öyle veya böyle farklılaşmak, öne geçmek, başarılı olmak zorundayız. Aksi halde ‘nerede hata yaptık?’ demekten kendimizi alıkoyamayız. Peki bu duruma düşmemek için ne yapmak gerekiyor? Elbette dünyayı ve örnek olayları takip etmek.
Dünyaca ünlü üç pazarlama danışmanı ile Koç Üniversitesi akademisyenlerinden Lerzan Aksoy bu takip sürecinin bir ayağını sizler için yapmış. En önemli ve en çok kazanç getiren konu olan ‘müşteri sadakati’ni ele almış ve “Loyalty Myths” (Sadakat Mitleri) adında bir kitaba imza atmış. Sadece kitabın yanında gelen bilgi notundan küçük bir paragraf alıntılayacağım. Sanırım ne demek istediğini ve istediğimi anlatacak: “Yeni bir müşteri bulmak, eski müşteriyi elde tutmaktan 5 kat daha fazla masraflıdır; sadık müşteriler gerçekten şirketin reklamını yaparlar mı; uzun vade müşteri, kısa vade müşteriden daha mı önemlidir; mutlu çalışanlar, mutlu müşteriler yaratır gibi efsaneleşmiş fikirlere kesin bir dille hayır!”
İkinci kitap Merkez Kitapçılık’tan. Tuğla gibi, dedikleri türden. Enis Batur’a İclal Aydın’ı sormuşlar. O da “Edip ile muharrir arasında fark vardır” demiş. “Atlıkarıncada Bir Tur Daha”nın yazarı İtalyan gazeteci Tiziano Terzani ikinci türe giriyor. Ama ne muharrir... Ama ne ilginç bir dünya gözlemi... Şöyle bir başladım kitaba. 2 ayda falan ancak bitiririm herhalde. Beni ilk sayfalardan feci sardı. Şiddetle tavsiye ederim.
Lütfaaaaan okuyun!
1980’lerde başlayıp 2000’lere doğru şiddeti azalsa da devam eden “Neşeli cahiliye devri” en belirgin ürününü gençlerin konuşma tarzında vermeye başladı.
Karşınızdaki insanda bırakacağınız ilk izlenim günümüzde bu kadar önemliyken, bir iki laf etmeye başladığınız an genel bir algılama için kritikken nasıl oldu da bu noktaya gelindi, bu dili kim icat etti acaba... TV mi? İnternet mi? Yoksa kültürü sokağın egemenliğine bırakan azgın liberaller mi? Anlamlı mı, değil! Anlaşılıyor mu, hayır! Gerek var mı, yok!
Bağdat caddesi, Nişantaşı, Etiler üçgeninin diliymiş bu. 14-15 yaşında başlayıp, gittiği yere kadar sürüyormuş. Üniversiteden mezun olup iş bulma aşamasına gelindiğinde ise hayal kırıklığı. Bu dille kim iş verir ki sana?
Aşağıda bu dil ile ilgili son günlerde internette dolaşan bir kaç örneğini alıntılıyorum:
Ban – ben; San – sen; Lütfaaan – lütfen; Biliyomısaaaaan – Biliyor musun; intiharlardayım – çok üzüldüm; pozitif elektrik alamadım senden yane, taam mı? – senden hoşlanmadım; inanmıyoroaam – inanmıyorum; regular cola – normal kola (light değil); yivrençsiaaan – iğrençsin; partilemek – parti yapmak; aklımdasın yapmak - cep telefonunu çaldırıp kapatmak; çılgın atmak – delirmek; ban iyyiam, san - ben iyiyim, sen; vıraenç duryo dı mıa - iğrenç duruyor değil mi, evet, boyfrand yüznden labilir mia - evet, sevgilin yüzünden olabilir mi; bilmiyoruam kia - bilmiyorum ki; narde okuyosssuan - nerede okuyorsun; abi dün manyak bi pilav yaptıaam; Alocuuuumm çoooook korktuuuuummm; deermişimm sen de yeeermişinn; kafe caddede branc yapalım maaaaa; kendine çok iyi bakıyosuun tımaam maa; ay cıttan yaaneee; baba iyij(c)e disconnect falan oldun ortamlardan...
Ben de bu kültürden de disconnect falan oldum... Bu kültüre sempati besleyenlerden de...
Dünyanın gündemi önünde sonunda kendisini bize de dikte ediyor. Biz deve kuşu gibi kafayı suni gündemin içine gömsek de er ya da geç o gündem kapımızı çalıyor. Terör gibi, bölgesel savaşlar gibi, kuş gribi gibi...
Örneğin uzun zamandır dünyanın bir numaralı gündemi, “canlılığın sürdürülmesi”... Önce Rio’da, sonra Johannesburg’da, daha sonra Kyota’da ve nihayet Montreal’de düzenlenen toplantılarda insanlık feryat figan: Dünya elden gidiyor! Küresel ısınma; iklim değişikliği; metan, karbondioksit, kloroflorokarbon gazları; suların yükselmesi; fosil kökenli enerji kaynaklarının tükenmesi... 170 kadar ülke birleşmiş acil önlem planlarını tartışıyor. Karar taslakları hazırlıyor. Bu işlere üç ülke pek ‘bulaşmıyor’. Onlar sadece gözlemci: ABD, Avustralya ve akıl alır gibi değil ama Türkiye...
Hadi ABD ve Avustralya’yı anlarım. “Batsın bu dünya; biz içimize kapanır yırtarız. Sanayimize müdahale etme şansımız yok!” aldatmacasına kaptırmalarının maddi karşılığı olabilir. Ama bize ne oluyor?..
Şimdi bir de bizim gündemimize bakın. Belediye tesislerinde içki yasağı! Karılarını döven herifler! 21 saatte depo dolduran CIA’in işkence uçakları! FB – GS maçı! İsviçre maçı...
Almanya’da faşistlerin iktidara yürüdükleri günlerde sosyal demokratların tutumunu anlatan dramatik bir ifade vardır. Yaklaşık şöyle: “Karşımdaki komşumu götürdüklerinde sesimi çıkarmadım. Yan binadaki komşumu götürdüklerinde sesimi çıkarmadım. Beni götürdüklerinde ise çıkaracak sesim kalmamıştı...”
Türkiye’de pek çok çevreci meselenin farkında. Yırtınıyor. Belki iletişimlerini profesyonelce yapamıyorlar ama yırtınıyorlar: Dünya ölüyor! Bu cinayetin sorumluları ise net olarak biliniyor. Medyanın takip ettiği gündem ise farklı...
Açık Radyo’da dünyayı 10 yıl içinde bekleyenleri ve biz dahil tüm insanlığı tehdit eden felaket zincirinin halkalarını dinlerken, kendimi, Belediye tesislerinde içkinin yasaklanma meselesine kafayı takanlar için “zıkkımın kökünü içsinler” diye mırıldanırken yakaladım...
Bir iletişim fenomeni: Ahmet Altan
Okuma yazma öğrenmeye başladığımdan bu yana duyduğum şeydi: “Bizim millet okumaz, arkadaş!” ya da “Türkiye’de kitap satılmaz!”... “Kitap yayıncılığında iş yok!”...
Ahmet Altan ve Alkım Yayınları bu yargıları yerle bir ettiler. Ahmet Altan, sadece Türkiye’nin değil dünyanın en çok satan yazarlarından biri olup çıkıverdi. Hem çok satan hem de çok okunan yazarı...
Son kitabı “En Uzun Gece” de ekmek peynir gibi satıyor. Alkım Yayınlarının geliştirdiği model sadece Türkiye’deki diğer yayıncılara değil; geniş kitlelere yönelik üretim yapan herkese bir iletişim ve pazarlama modeli olabilir.
Bu iletişim ‘fenomenini’ Ahmet Altan ile TV’de de konuşacağız. Özlem Gürses ile birlikte Habertürk’de Cuma akşamları sunduğumuz “Bildiğin Gibi Değil”e konuk olacak.
Kaybedenin olmadığı, herkesin kazandığı sistemler iletişimde çok zor yakalanır. Bir kere yakalandı mı da çoklanmaları gerekir. İlk kitap “İçimizde Bir Yer” 2.95 YTL’den 960 bin adet satılmış; ikincisi “Kristal Denizaltı” daha önce yayınlanmış olmasına rağmen 3.5 YTL’den 190 bin... Üçüncüsü “En Uzun Gece” henüz yeni olmasına rağmen şu anda 5 YTL üst fiyatla 460 bine ulaşmış durumda...
Ahmet Altan kazanıyor, korsanlar değil yayıncı kazanıyor, okuyucu kazanıyor. Adam başına okunan kitap ortalaması yükseldiği için Türkiye’nin algılanması kazanıyor. Sadece anlayamadığım bir tek şey var. Böyle bir patlama dünyanın başka bir ülkesinde olsaydı yer yerinden oynardı. Bizde köşe yazarlarından pek fazla ses çıkmıyor. Neden acaba? Bütün bunları Altan’la TV’de konuşacağız. Sizi de bekleriz...
Üç başarılı iletişim atağı
Geçen hafta en ilginç üç iletişim olayı bence Fortis’in reklam kampanyası, Çelik Motor’un Paul Anka’lı kutlama gecesi ve Picasso sergisinin açılışıydı. Üçünün ortak yanı iletişim açısından her şeyin kitabına ve iş hedefine uygun yürütülmesine rağmen her üçünde de bazı güzellik hatalarının bulunmasıydı.
Fortis’in hedefi farkındalık yaratmaktı. Kilit mesajı, başta KOBİ’ler olmak üzere geniş kitlelere “Ben Türkiye’ye geldim, hayatınızı değiştireceğim” idi. Bunu da son derece başarılı bir ‘ilk kampanya’ ile yerine getirdi. Ama o ne biçim amblem öyle? Bizim kültürümüze uyar mı kaleydoskop muhabbeti, gökten inen geometrik şekiller?... O da Fortis’in memleketinden getirdiği ayak bağı olsa gerek.
Çelik Motor’un gecesi için sanatçı seçimi müthişti. PR açısından işin “öncesi sırası ve sonrası” son derece planlı programlı düşünülmüş ve yönetilmiş. Öncesinde geliyor; sırasında geldi; ardından da sıkı röportajlarla desteklenen iletişim çalışması belli ki usta ellerden çıkmış. Fakat o basın ilanı ne öyle? Şöyle bir laf vardır. Sık sık hatırlarım: İnsanlar geçmişi satar; geleceği satın alır. Naftalin kokan nostalji, Çelik Motor’un o dinamik algısına yakışmamış. Bir iki tane de geleceğe yönelik vizyonunu anlatan ilan verse belki olay dengelenir...
Sabancıların Picasso sergisi bence iletişim açısından on üzerinden onluk bir iş. Hazırlanışı sunumu; radyonun, açık havanın kullanımı tek kelimeyle mükemmel. “Muhtemelen 20’inci yüzyılın da en büyük sanatçısı” diyorlar ya. Oradaki ‘muhtemelen’i kim düşünmüşse, bence o muhtemelen günümüzün en büyük iletişimcilerinden biri. Bu arada onca ilişkileriyle iki uzun metraj filmin (Surviving Picasso, Modigliani) TV’lerde oynamasını; ardından da bir tartışma programının konmasını sağlasalardı, ekmek kadayıfı kaymaklı olurdu...
İki kitapta devri âlem...
İki kitap geçti elime. İkisini de okumak zahmet istiyor. Ama hayat böyle. Katma değerli işler zordur.
Günümüz iş dünyasında rekabet insana her türlü yolu öğretiyor, denetiyor, uygulatıyor. Kaçış yok! Öyle veya böyle farklılaşmak, öne geçmek, başarılı olmak zorundayız. Aksi halde ‘nerede hata yaptık?’ demekten kendimizi alıkoyamayız. Peki bu duruma düşmemek için ne yapmak gerekiyor? Elbette dünyayı ve örnek olayları takip etmek.
Dünyaca ünlü üç pazarlama danışmanı ile Koç Üniversitesi akademisyenlerinden Lerzan Aksoy bu takip sürecinin bir ayağını sizler için yapmış. En önemli ve en çok kazanç getiren konu olan ‘müşteri sadakati’ni ele almış ve “Loyalty Myths” (Sadakat Mitleri) adında bir kitaba imza atmış. Sadece kitabın yanında gelen bilgi notundan küçük bir paragraf alıntılayacağım. Sanırım ne demek istediğini ve istediğimi anlatacak: “Yeni bir müşteri bulmak, eski müşteriyi elde tutmaktan 5 kat daha fazla masraflıdır; sadık müşteriler gerçekten şirketin reklamını yaparlar mı; uzun vade müşteri, kısa vade müşteriden daha mı önemlidir; mutlu çalışanlar, mutlu müşteriler yaratır gibi efsaneleşmiş fikirlere kesin bir dille hayır!”
İkinci kitap Merkez Kitapçılık’tan. Tuğla gibi, dedikleri türden. Enis Batur’a İclal Aydın’ı sormuşlar. O da “Edip ile muharrir arasında fark vardır” demiş. “Atlıkarıncada Bir Tur Daha”nın yazarı İtalyan gazeteci Tiziano Terzani ikinci türe giriyor. Ama ne muharrir... Ama ne ilginç bir dünya gözlemi... Şöyle bir başladım kitaba. 2 ayda falan ancak bitiririm herhalde. Beni ilk sayfalardan feci sardı. Şiddetle tavsiye ederim.
Lütfaaaaan okuyun!
1980’lerde başlayıp 2000’lere doğru şiddeti azalsa da devam eden “Neşeli cahiliye devri” en belirgin ürününü gençlerin konuşma tarzında vermeye başladı.
Karşınızdaki insanda bırakacağınız ilk izlenim günümüzde bu kadar önemliyken, bir iki laf etmeye başladığınız an genel bir algılama için kritikken nasıl oldu da bu noktaya gelindi, bu dili kim icat etti acaba... TV mi? İnternet mi? Yoksa kültürü sokağın egemenliğine bırakan azgın liberaller mi? Anlamlı mı, değil! Anlaşılıyor mu, hayır! Gerek var mı, yok!
Bağdat caddesi, Nişantaşı, Etiler üçgeninin diliymiş bu. 14-15 yaşında başlayıp, gittiği yere kadar sürüyormuş. Üniversiteden mezun olup iş bulma aşamasına gelindiğinde ise hayal kırıklığı. Bu dille kim iş verir ki sana?
Aşağıda bu dil ile ilgili son günlerde internette dolaşan bir kaç örneğini alıntılıyorum:
Ban – ben; San – sen; Lütfaaan – lütfen; Biliyomısaaaaan – Biliyor musun; intiharlardayım – çok üzüldüm; pozitif elektrik alamadım senden yane, taam mı? – senden hoşlanmadım; inanmıyoroaam – inanmıyorum; regular cola – normal kola (light değil); yivrençsiaaan – iğrençsin; partilemek – parti yapmak; aklımdasın yapmak - cep telefonunu çaldırıp kapatmak; çılgın atmak – delirmek; ban iyyiam, san - ben iyiyim, sen; vıraenç duryo dı mıa - iğrenç duruyor değil mi, evet, boyfrand yüznden labilir mia - evet, sevgilin yüzünden olabilir mi; bilmiyoruam kia - bilmiyorum ki; narde okuyosssuan - nerede okuyorsun; abi dün manyak bi pilav yaptıaam; Alocuuuumm çoooook korktuuuuummm; deermişimm sen de yeeermişinn; kafe caddede branc yapalım maaaaa; kendine çok iyi bakıyosuun tımaam maa; ay cıttan yaaneee; baba iyij(c)e disconnect falan oldun ortamlardan...
Ben de bu kültürden de disconnect falan oldum... Bu kültüre sempati besleyenlerden de...