Zamanlaması yanlış kamuoyu duyuruları...
25 ARALIK 2011
Ali Babacan, Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) Yönetim Kurulu tolantısındaki konuşmasında, ‘Kazandığımızdan çok harcıyoruz’ demiş. Hane halkının yüzde 45’i aylık gelirinden fazla harcıyormuş.
Her türlü ‘eksiklik’ ya da her türlü ‘fazlalık’ zaman içinde karşınıza çözümlenmesi zor, okkalı bir mesele halinde dikiliveriyor. Ayarı bulmak zor iş.
Aileler de, şirketler de, eğer kazandıklarından çok harcıyorlarsa, demek ki dönüp kendilerine bakmak durumundalar. Tıpkı maksadınızı aşan konuşmalarınız gibi... Ya da maksadınızı aşan açıklamalarınız gibi...
‘Ben Fransız değilim’ tadında, kamuoyuna duyuru, ilanı veren süpermarket şirketinin tam sayfalık açıklamasına bakarken de, aklımdan gelip geçenler, ‘ayarı tutturma’nın zorluğu konusuna kilitledi beni. DiaSA, ‘Türk Sabancı ve İspanyol DIA ortaklığıyla kurulmuş bir indirim süpermarketi’ olduğunu kamuoyuna hatırlatmak için başka bir vesile bulamamış olabilir mi? Buna kimse inanmaz. Peki öyleyse DiaSA markası kendisini neden şimdi, şöyle tarif etme ihtiyacını duyuyor:
“Türkiye’deki yatırımlarına hız kesmeden devam eden DiaSA, sayısı 1.100’ü aşan mağaza ağı ile Marmara, Ege, İç Anadolu, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde 5000’den fazla kişiye istihdam sağlamaktadır. Ayrıca %99’unu Türkiye’de ürettirdiği DIA markalı ürünleriyle Türkiye ekonomisine ve Türk üreticisine büyük katkılar sağlamış ve sağlamaya devam etmektedir.”
Zamanlama olarak bu ‘tarif’in gereği olup olmadığını mutlaka kendileri de düşünmüşlerdir. “Biz tedbirimizi alalım. Bizi Fransız ortaklı bir kuruluş sananlar doğruyu öğrensin ve satışlarımız bu durumdan olumsuz etkilenmesin” diye akıl yürütenlerin, durup dururken ayaklarına kurşun sıkmış olabileceklerini de düşünüyor olmaları gerekmez mi? Yüzde 1 bile bu ihtimal akla gelse, o ilandan herhalde derhal vazgeçilirdi. Ayrıca akıllara Sabancı – Carrefour ilişkisini getirmenin ne alemi vardır ki!..
‘Bizi yanlış anlamasınlar’ yollu kuşkularla ‘Biz de Fransız değiliz’ türünden yapılacak açıklamalar ya da reklamlar, dönüp o açıklamayı yapana, reklamı veren markanın hanesine eksi not düşmesine sebebiyet verebilir.
‘Ben buyum, ben şuyum’ diye kendini tarif etmek her zaman risklidir.
Ayinesi iştir kişinin...
Geçen hafta bugün sabah sabah TV8 ekranında Erken Baskı programında Seda Akgül’ün konuğu olarak ahkam kesiyordum. Konumuz, televizyon izlenme oranlarında maniplasyon yapıldığı tartışmalarıydı. Seda Hanım’la konuştuğumuz şu ‘verilerin güvenliği kalmadı’ yolundaki hayli ciddi reyting meselesi üzerine başlatılan tartışmaları kimseciklerin izlemeyeceğini ve izleyenlerin de çabucak sıkılıp kanal değiştireceklerini adım gibi biliyordum.
Allahtan Seda Hanım konuyu fazla uzatmadı ve sohbet sırasında ‘ne kadar çok şey öğrendiğini’ nezaketen ifade edip konuyu kısa keserek beni stüdyosundan uğurladı. Bu meselenin halkı ilgilendirmemesi normal. TV8’deki muhabbetimizde de ifade ettiğim gibi, bu meselede racon kesmesi gereken kuruluşlar var: Televizyon İzleme Araştırma Komitesi (TİAK), Reklamverenler Derneği (RVD), Reklamcılar Derneği (RD), İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği (İDA), Televizyon Yayıncıları Derneği (TVYD),Türkiye Halkla İlişkiler Derneği (TÜHİD) gibi.
İlk raconu kesmesi gereken kurum bekleneni yaptı. Malum, TİAK, reklam pastasının dağıtılmasında ana ekseni oluşturan ölçüm sistemi’nde güvenilirliğin kalmadığını ifade ederek, AGB (Nielsen Audience Measurement-NAM) ile arasındaki sözleşmeyi fesh ettiğini ve yeni dönemde TNS Piyasa Araştırma ve Danışmanlık Ticaret A.Ş. ile çalışmaların yürütüleceğini açıkladı.
Reyting krizinde konuşması beklenen mesleki kuruluşlardan başkaca da bir ses çıkmadı. Onlar konuşmayınca meydan magazin dünyasına kaldı ve işin esasından çok dedikodusuna dair bi dolu kazan kaynamaya başladı. Magazin dünyasının isimleri, vicdan skalasında doğrudan başlayarak eğriye ve giderek yamuğa uzanan bir çizgide kanal kanal dolaşıp konuşuyorlar. Konuşurlar tabii; çünkü iletişim boşluğu sevmiyor. Sağlıklı iletişimin devreye girmediği yerlerde dedikodu ayyuka çıkıyor. Birbirimizle ‘anlaşamadığımız’ konusunda ‘anlaşma’ya vardığımız günden bu yana dostluğumuzun daha da kuvvetlendiği Ali Atıf Bir’in de bu dedikodu kazanının içine çekilmek istenmesi, kanıtsız olduğu kadar saçma iddialara muhatap olmasını, iletişim dünyasında kimsenin havsalası almıyor.
Ölçümlemenin ö’sünü bilmeyen bir sektöre alfabeyi öğretir gibi emek zahmet, akademik düzeyde ter döken Ali Atıf Bir’e, bugünlerin geçeceğini söyleyip bir kez de ben hatırlatmak isterim: Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.
David Copperfield
Dikkat ettiniz mi, hayatımızda hayranlıkla izlediğimiz ‘strateji ustaları’ ile ‘taktik ustaları’ arasında aslında ne kadar da görünmez ve büyük çelişkiler vardır. Birbirlerine duydukları ihtiyaçtan olmalı, zaman zaman fonksiyon alanlarını birbirlerine karıştırırlar. Taktik ustası kendini stratejist sanıp çuvallarken, strateji ustası da bazen kalkmaması gereken köşesini bırakıp sahaya çıktığında tökezler.
Her iki ustayı da ilgilendiren bir başka püf noktası var ki, her türlü organize işler için geçerli müthiş şu kuralı hatırlamayı gerektiriyor:
“Doğru strateji olmazsa taktik bir işe yaramaz...”
Bu kuralın bir de fıkrası var. Pazar fıkramız olsun:
Hayatında ilk kez bir partiye gidecek olan kızını annesi uyarmış: “Çapkın erkekler seninle yatmak için her şeyi yaparlar. Eğer böyle biri olursa ona 'çocuğumuzun adı ne olsun' diye sor. Hemen senden uzaklaşacaktır.”
Genç kız bu yöntemle pekçok delikanlıyı başından savmış ama biri var ki, bu yöntemden hiç etkilenmemiş. İlerlediği her aşamada kızın ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?’ sorusuna kayıtsız kalmış. Final aşamasında ve birleşmenin hemen ardından genç kız aynı soruyu tekrarladığında delikanlı, prezervatifi çıkarıp düğümü atmış ve demiş ki:
“Buradan çıkabilirse ismi David Copperfield olsun.”
Evdeki hesap (strateji) çarşıya (taktik) her zaman uymuyor işte.
Her türlü ‘eksiklik’ ya da her türlü ‘fazlalık’ zaman içinde karşınıza çözümlenmesi zor, okkalı bir mesele halinde dikiliveriyor. Ayarı bulmak zor iş.
Aileler de, şirketler de, eğer kazandıklarından çok harcıyorlarsa, demek ki dönüp kendilerine bakmak durumundalar. Tıpkı maksadınızı aşan konuşmalarınız gibi... Ya da maksadınızı aşan açıklamalarınız gibi...
‘Ben Fransız değilim’ tadında, kamuoyuna duyuru, ilanı veren süpermarket şirketinin tam sayfalık açıklamasına bakarken de, aklımdan gelip geçenler, ‘ayarı tutturma’nın zorluğu konusuna kilitledi beni. DiaSA, ‘Türk Sabancı ve İspanyol DIA ortaklığıyla kurulmuş bir indirim süpermarketi’ olduğunu kamuoyuna hatırlatmak için başka bir vesile bulamamış olabilir mi? Buna kimse inanmaz. Peki öyleyse DiaSA markası kendisini neden şimdi, şöyle tarif etme ihtiyacını duyuyor:
“Türkiye’deki yatırımlarına hız kesmeden devam eden DiaSA, sayısı 1.100’ü aşan mağaza ağı ile Marmara, Ege, İç Anadolu, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde 5000’den fazla kişiye istihdam sağlamaktadır. Ayrıca %99’unu Türkiye’de ürettirdiği DIA markalı ürünleriyle Türkiye ekonomisine ve Türk üreticisine büyük katkılar sağlamış ve sağlamaya devam etmektedir.”
Zamanlama olarak bu ‘tarif’in gereği olup olmadığını mutlaka kendileri de düşünmüşlerdir. “Biz tedbirimizi alalım. Bizi Fransız ortaklı bir kuruluş sananlar doğruyu öğrensin ve satışlarımız bu durumdan olumsuz etkilenmesin” diye akıl yürütenlerin, durup dururken ayaklarına kurşun sıkmış olabileceklerini de düşünüyor olmaları gerekmez mi? Yüzde 1 bile bu ihtimal akla gelse, o ilandan herhalde derhal vazgeçilirdi. Ayrıca akıllara Sabancı – Carrefour ilişkisini getirmenin ne alemi vardır ki!..
‘Bizi yanlış anlamasınlar’ yollu kuşkularla ‘Biz de Fransız değiliz’ türünden yapılacak açıklamalar ya da reklamlar, dönüp o açıklamayı yapana, reklamı veren markanın hanesine eksi not düşmesine sebebiyet verebilir.
‘Ben buyum, ben şuyum’ diye kendini tarif etmek her zaman risklidir.
Ayinesi iştir kişinin...
Geçen hafta bugün sabah sabah TV8 ekranında Erken Baskı programında Seda Akgül’ün konuğu olarak ahkam kesiyordum. Konumuz, televizyon izlenme oranlarında maniplasyon yapıldığı tartışmalarıydı. Seda Hanım’la konuştuğumuz şu ‘verilerin güvenliği kalmadı’ yolundaki hayli ciddi reyting meselesi üzerine başlatılan tartışmaları kimseciklerin izlemeyeceğini ve izleyenlerin de çabucak sıkılıp kanal değiştireceklerini adım gibi biliyordum.
Allahtan Seda Hanım konuyu fazla uzatmadı ve sohbet sırasında ‘ne kadar çok şey öğrendiğini’ nezaketen ifade edip konuyu kısa keserek beni stüdyosundan uğurladı. Bu meselenin halkı ilgilendirmemesi normal. TV8’deki muhabbetimizde de ifade ettiğim gibi, bu meselede racon kesmesi gereken kuruluşlar var: Televizyon İzleme Araştırma Komitesi (TİAK), Reklamverenler Derneği (RVD), Reklamcılar Derneği (RD), İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği (İDA), Televizyon Yayıncıları Derneği (TVYD),Türkiye Halkla İlişkiler Derneği (TÜHİD) gibi.
İlk raconu kesmesi gereken kurum bekleneni yaptı. Malum, TİAK, reklam pastasının dağıtılmasında ana ekseni oluşturan ölçüm sistemi’nde güvenilirliğin kalmadığını ifade ederek, AGB (Nielsen Audience Measurement-NAM) ile arasındaki sözleşmeyi fesh ettiğini ve yeni dönemde TNS Piyasa Araştırma ve Danışmanlık Ticaret A.Ş. ile çalışmaların yürütüleceğini açıkladı.
Reyting krizinde konuşması beklenen mesleki kuruluşlardan başkaca da bir ses çıkmadı. Onlar konuşmayınca meydan magazin dünyasına kaldı ve işin esasından çok dedikodusuna dair bi dolu kazan kaynamaya başladı. Magazin dünyasının isimleri, vicdan skalasında doğrudan başlayarak eğriye ve giderek yamuğa uzanan bir çizgide kanal kanal dolaşıp konuşuyorlar. Konuşurlar tabii; çünkü iletişim boşluğu sevmiyor. Sağlıklı iletişimin devreye girmediği yerlerde dedikodu ayyuka çıkıyor. Birbirimizle ‘anlaşamadığımız’ konusunda ‘anlaşma’ya vardığımız günden bu yana dostluğumuzun daha da kuvvetlendiği Ali Atıf Bir’in de bu dedikodu kazanının içine çekilmek istenmesi, kanıtsız olduğu kadar saçma iddialara muhatap olmasını, iletişim dünyasında kimsenin havsalası almıyor.
Ölçümlemenin ö’sünü bilmeyen bir sektöre alfabeyi öğretir gibi emek zahmet, akademik düzeyde ter döken Ali Atıf Bir’e, bugünlerin geçeceğini söyleyip bir kez de ben hatırlatmak isterim: Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.
David Copperfield
Dikkat ettiniz mi, hayatımızda hayranlıkla izlediğimiz ‘strateji ustaları’ ile ‘taktik ustaları’ arasında aslında ne kadar da görünmez ve büyük çelişkiler vardır. Birbirlerine duydukları ihtiyaçtan olmalı, zaman zaman fonksiyon alanlarını birbirlerine karıştırırlar. Taktik ustası kendini stratejist sanıp çuvallarken, strateji ustası da bazen kalkmaması gereken köşesini bırakıp sahaya çıktığında tökezler.
Her iki ustayı da ilgilendiren bir başka püf noktası var ki, her türlü organize işler için geçerli müthiş şu kuralı hatırlamayı gerektiriyor:
“Doğru strateji olmazsa taktik bir işe yaramaz...”
Bu kuralın bir de fıkrası var. Pazar fıkramız olsun:
Hayatında ilk kez bir partiye gidecek olan kızını annesi uyarmış: “Çapkın erkekler seninle yatmak için her şeyi yaparlar. Eğer böyle biri olursa ona 'çocuğumuzun adı ne olsun' diye sor. Hemen senden uzaklaşacaktır.”
Genç kız bu yöntemle pekçok delikanlıyı başından savmış ama biri var ki, bu yöntemden hiç etkilenmemiş. İlerlediği her aşamada kızın ‘Çocuğumuzun adı ne olsun?’ sorusuna kayıtsız kalmış. Final aşamasında ve birleşmenin hemen ardından genç kız aynı soruyu tekrarladığında delikanlı, prezervatifi çıkarıp düğümü atmış ve demiş ki:
“Buradan çıkabilirse ismi David Copperfield olsun.”
Evdeki hesap (strateji) çarşıya (taktik) her zaman uymuyor işte.